KİN, NEFRET VE DÜŞMANLIK ÜZERİNDEN TAHRİP 2
Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm) kendisine yapılanlar karşısında, kavminin başına bela ve musibetlerin gelmemesi için Allah’a (celle celâluhu) “Onlar beni bilmiyorlar” diyerek tazarru ve niyazda bulunuyordu. Mekkeliler, Kur’an’ı ve Kur’an’i hakikatleri bizzat Allah Rasûlü’nden (aleyhissalâtü vesselâm) duyup dinliyorlardı, Kur’an’i hakikatlerin temsilini bizzat O’nun (aleyhissalâtü vesselâm) ve peygamberlerden sonra en güzide topluluk olan sahabe üzerinde görüyorlardı. On üç yıl boyunca en üst seviyedeki bu tebliğ ve temsillere rağmen, Hazret-i Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde, 10 bin civarında bir nüfusa sahip Mekke’de, Müslüman olan sayısının, ancak 200 kişi civarında olduğu rivayet edilmektedir.
On üç yıl onların Müslüman olmasına yetmemiş, hakikati anlayıp teslim olmaları için daha çok zamana ihtiyaç duyulmuştu. Duymaları yetmemiş ve onların kazanılması ve gönüllerinin fethedilmesi için, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ashabının büyük bir sabırla her bir birey için uzun zaman çalışmaları gerekmişti.
Hazret-i Musa (aleyhisselâm) Tûr’a Tevrat’ı almak üzere gittiğinde, Cenâb-ı Hak ona neden kavminden erken ayrılıp acele geldiğini sual ettiğinde, “Onlar,” dedi, “beni izliyorlar. Benden daha çok razı olman için sana kavuşmakta acele davrandım ya Rabbî!” diye cevap vermiş ve Allah (celle celâluhu) “Sen öyle biliyorsun amma onlar senin izinde değiller, Zira Biz senin ayrılmandan sonra halkını sınadık ve Samirî onları yoldan çıkardı.” buyurarak kavminin durumunu haber vermiştir. (Tâ Hâ/83-85)
Kavmi, Hazret-i Musa’nın (aleyhisselâm) birçok mucizelerine şahit olmuş, beraber Kızıldeniz’den geçmişler ve harikuladeden nimetler kendilerine verilmiş olmasına binaen, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) onların kendi yoluna tabi olduklarını düşünüyordu. Halbuki onlar, Hazret-i Musa kısa bir süreliğine ayrıldığında bile hemen yoldan çıkmışlardır. Çünkü, onlar çok arızalı bir toplumda yaşamışlardı ve dolayısıyla maddi ve manevi birçok hastalıklara sahip idiler. Böyle bir toplumun ıslah edilmesi kolay değildi ve çok zaman, gayret ve terbiye gerektiriyordu. Hakikatlerin gönüllerine iyice yerleşmesi ve tam iman etmeleri için gördükleri ve duydukları yeterli olmamıştı. Bu insanlar Hazreti Musa gibi ulu’l-azm bir peygamberin arkasında kırk sene Tîh Çölü’nde süren bir çile ve seyr-i sülükten sonra ancak gereken kıvama ulaşabilmişlerdi.
HİZMET, ANADOLU İNSANLARINA TAM ANLAMIYLA ULAŞMIŞ MIDIR?
Merhum Halil Şimşek hocanın “Hizmeti Anadolu’da herkese duyurduk ama herkesi tam doyuramadık” sözleriyle ifade ettikleri gibi, Hizmet’in insanlara duyurulması, Hizmet’in ve Hizmet insanlarının bunlar tarafından tam ve doğru olarak anlaşıldığı anlamına gelmemektedir. Anadolu insanının umumi ve gerçek anlamda, Hizmet’i ve Hizmet insanlarını tanıdıklarını söylemek gerçek olmayan bir iddiadan öteye geçmeyecektir. Şüphesiz ki, birçok kurumları, medya kanalları ve diğer rehberlik faaliyetleri ile birçok insana hizmetler gitmiştir. Fakat, süreçte yaşananlardan, ulaşılan insanların hem sayısının düşünüldüğü kadar fazla olmadığı hem de ulaşıldığı düşünülen insanların gerçek anlamda gönüllerine girilemediği anlaşılmaktadır. Zaten, particilik ve mensubiyetlerden (Solcular, Kemalistler, Laikler, Ülkücüler, cemaat mensupları vs.) kaynaklanan, toplumun önemli bir kesimi Hizmet Hareketi’nden uzak durmaktaydı ve yine önemli bir kesimi tarafından yanlış anlaşılmaktaydı. Bu gruplardan birçoğu tarafından da zararlı bir topluluk olarak görülmekteydi ve yok edilmeleri gereken unsurlar olarak kabul edilmekteydiler. Hem bu hususta çok büyük imkânlar seferber edilerek aleyhte yapılan etkin profesyonel çalışmaların, propagandaların ve algı yönetimlerinin çokluğu hem de Hizmet Hareketi’nin kendini topluma tam ve doğru anlatabilmesinin önündeki engeller sebebiyle gerçek ve umumi anlamda bir tanıma veya tebliğ gerçekleşememiştir.
TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ VE TARAFGİRLİK
Bunun böyle olmasında, toplumun üzerinde yapılan birkaç asırlık toplum mühendisliği çalışmalarının, halkın değer yargılarından uzaklaştırılmalarının, materyalist düşüncenin dem ve damarlara işleyecek kadar yayılmasının ve manevi dinamiklerini kaybetmelerinin de çok büyük etkisi vardır.
Üstad Hazretleri Emirdağ Lahikası’nda, Anadolu insanlarında ve bütün diğer Müslümanlar’da büyük tahribatlara yol açacak bir büyük tehlikenin, tarafgirlik hastalığının Türkiye’ye getirilmek istendiği hususunda uyarıda bulunmuşlardır: “Beşerin selâmet, adalet ve sulh-ü umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu bîçâre memleketimize girmek istiyor. Garazkârâne ve anûdâne particilik gibi bazı cereyanları aşılamaya başlaması gibi bir ihtilâf görülüyor. O kanun-u esasî de budur: Bir tâifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o tâifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mesul tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü zeber ediyor…”
Tarafgirlik, particilik, komitacılık gibi hastalıklar bir toplumu parçalayarak mefluç etme adına en etkili yollardandır. Tarafgirliğin ve taassubun etkisiyle hakikatler anlaşılamadığı gibi, bu hastalığa yakalanmış olanlar doğruları yanlış, güzellikleri çirkinlik, muhalif olan melek gibi insanları Şeytan, Şeytan gibi olan tarafgirleri melek olarak görmeye başlarlar. Bir diğer problem de, toplumun İslami ahlâk ve sıfatlardan tamamen uzaklaşmaları ve materyalist ve maddeci düşünce yapısının ve değerlerinin toplumun bütününe hâkim olmasıdır. Dünyevi ve maddi menfaatleri elde etme ve koruma, zaruri olmayan şeylerin bile ihtiyaç haline geldiği bu zamanda bunları da karşılayacak şekilde geçimini temin etme gibi hususlar her şeyden daha önemli bir hale gelmiştir.
Bu hastalık sadece toplumdaki sıradan insanları etkilememiştir, alimler, hocalar ve müftüler gibi manevi önderler de bundan kurtulamamışlardır. Hedeflerinde rızayı ilahi olması gereken insanların da en önemli acendaları bu maddi ihtiyaçlara karşılamakla ilgili olanlardı. Ebced hesaplarına göre de bu asra işaret eden “Vay onlara ki, âhirete inanmalarına rağmen, bile bile dünyayı âhirete tercih ederler.” (14/3) ayetinde de ifade edildiği gibi, âhireti bilenler bile dünyayı tercih ediyorlardı.
Bütün bu çalışmaların ve asrın hastalıklarının neticesinde, toplumun ekseriyeti kendilerini Müslüman olarak tanımlasalar da, çoğunluğun hayatlarında İslâm yaşanmıyordu. Günümüzde de olduğu gibi, İnsanlar iman hakikatlerinden habersiz bir şekilde hayatlarını sürdürüyorlardı. İşte böyle perişan hale gelmiş bir toplumun insanları manipüle edilmeye, algı yönetimleri ile iğfal edilmeye ve menfaat ve korku damarlarından yakalanarak menfi ve çirkin işlerde istihdam edilmeye hazır hale gelmişlerdir. Dolayısıyla, bu kadar dumura uğramış ve manaya karşı körleşmiş/körleştirilmiş bir toplumdan, sağlıklı bir toplumdan beklenen davranışları beklemek, realitelere uygun değildir.
YANLIŞ TEMSİLLERİN BASKIN OLUŞU
Aynı zamanda, Anadolu insanları dini yanlış temsil eden, din adına halka zulmeden, geçmişi, dini değerleri, geçmişte yaşayan önemli insanları ve medeniyetleri kendi menfaatleri adına ve yaptıkları pislikleri ve zulümleri örtmek için kullananların ortaya koydukları bir yanlış İslami temsil ile de karşı karşıya kalmışlardır. Zaten, bütün toplum içindeki sayıları yüzde on bile olmayan, İslâm’ın doğru temsil etme gayreti içerisinde olan Hizmet insanları da yapılan propagandalar ve algı yönetimleri ile şeytanlaştırılıp, topluma düşman olarak takdim edildiği ve toplumla olan etkileşimleri sonlandırıldığı için onlar üzerinden sergilenen doğru ve güzel temsiller de ortadan kalkmıştır.
Yukarıda zikredilen realitelere binaen, Anadolu insanlarına hakkı ve hakikati, dini ve manevi değerleri tebliğ vazifesi, Hizmet Hareketi’nin ve insanlarının yaşadıkları zulümlere rağmen hala bitmemiştir. Hizmet insanları, hem mevcut zor şartlarda ve hem de gelecekte, inşallah, şartlar daha da uygun hale geldiğinde, hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’nin bu insanlara götürülmesinden sorumludurlar.
Bu ifade edilen hakikatlerden dolayı, Anadolu insanlarının tamamen karanlığa mahkûm edilmelerini, onlara acıma ve merhamet duygularını kaybederek onlara hizmet düşüncesinden uzaklaşılmasını, hizmet düşüncesinin önünde en büyük bir engel olan kin ve intikam duyguları içerisine girilmesini ve sürekli olarak o insanlara lanet okunmasını insafla, hakkaniyetle, adanmışlık ve beklentisizlik prensipleriyle ve dinimizin bize emrettiği değerlerle telif etmek mümkün değildir.
İnşaallah sonraki yazıda bu konuya devam edelim…