Türkiye’de Tiran ve avenelerinin Hizmet insanlarına yaptıkları zulümlerine dayanak olarak, Hizmet Hareketi ile bir şekilde irtibatı olmuş bazı insanların iftiralarını, yalancı şahitliklerini veya Hizmet insanlarının isimlerine ve bilgilerine dair paylaşımlarını kullanmaktadırlar.
Devletin bütün imkanları seferber edilmiş olmasına rağmen Hizmet Hareketine ait kanun nezdinde bir suç bulamadıklarından, bu tarz yalancı şahitlere veya Hizmet insanlarını muhbir eden bu insanlara başvurmuşlar ve yalancı tezlerini onların beyanlarına bina etmek zorunda kalmışlardır.
Şüphesiz ki, zamanın Süfyan’ının zulümlerine payanda olarak kullandıkları bu insanlar tek tip değillerdir. Bu hale düşmelerinde etkili olan nedenler ve saikler farklı farklıdır. Buna binaen bunlar hakkında konuşurken herhangi bir sınıflandırmaya tabi tutmadan genellemeler yaparak hepsini aynı kefeye koymak da doğru olmayacaktır.
Bununla beraber, işin mahiyetini genel olarak değerlendirmek mümkündür.
BÜYÜK GÜNAHLARI İŞLEMEK İNSANI DİNDEN ÇIKARMAZ
Mu’tezile ve bazı Hâriciye mezhepleri “Günah-ı kebâiri irtikâp eden kâfir olur veya îmân ve küfür ortasında kalır.” şeklinde hükmetmişlerdir. Bu tarz yaklaşımlar sebebiyle, Tarih boyunca ve günümüzde de İslâm aleminde başka Müslümanları küfürle itham eden gruplar çok büyük problemlere ve zararlara sebebiyet vermişlerdir.
Hazret-i Bediüzzaman Onüçüncü Lem’a Yedinci İşaret’te, Mu’tezile’nin ve bir kısım Hârici’lerin bu hükümlerinde hatâlı olduklarını, büyük günahları işleyenlerin dinden çıkmayacağını şöyle açıklamaktadırlar:
“Nefs-i insâniye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel, gâib bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azâptan daha ziyâde çekinir.
Hem insanda hissiyât galip olsa, aklın muhâkemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı, ileride gayet büyük bir mükâfâta tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müecceleden ziyâde çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i îmân olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar. Şu hâlde kebâiri işlemek, îmânsızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.
Hem sâbık işaretlerde anlaşıldığı gibi, fenâlık ve hevesât yolu, tahribât olduğu için gayet kolaydır. Şeytan-ı ins ü cinnî, çabuk insanları o yola sevk ediyor. Gayet cây-ı hayret bir hâldir ki, âlem-i bekânın nass-ı hadîsle sinek kanadı kadar bir nuru, ebedî olduğu için, bir insanın müddet-i ömründe dünyadan aldığı lezzet ve nimete mukâbil geldiği hâlde; bazı bîçâre insanlar, bir sinek kanadı kadar bu fânî dünyanın lezzetini, o bâkî âlemin, bu fânî dünyasına değer lezzetlerine tercih edip, şeytanın arkasında gider.”
BÜYÜK GÜNAHLARI İNKÂR ETMEK KÜFÜRDÜR
Eserlerinde büyük günahları işleyenlerin dinden çıkmayacağını ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, Mektubat’ta işlenen günahlar inkâr edildiklerinde meydana gelecek büyük kayıpları ise şöyle ifade etmektedirler: “Fakat bir şart ile ki, hakaik-i şeriata ve kavaid-i imaniyeye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa o hale mağlub olup, neûzü billah, o hakaik-ı muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur!”
M. Fethullah Gülen Hocaefendi, "Kazanma Kuşağındayken Korku, İftira ve Gıybet" başlıklı Bamteli’nde, etkin pişmanlık gibi adlar altında mü’min arkadaşlarının aleyhinde konuşma, onlara iftira atma ve yazılan yalanlara imza atmanın mahiyetini şöyle ifade etmektedirler:
“Kritik bir dönemde yaşadığımızdan dolayı, bazılarımız, bazıları, belki epey insan, işin içinden sıyrılmak için arkadaşlarının aleyhinde konuştular, olmayacak şeyler söylediler. Önlerine yazılıp konan kâğıtlara imza atma mecburiyetinde bırakıldılar. (Zalimler onlara) “hücre” dediler, “sopa” dediler, “ilaç içirme” dediler, “Bu kâğıda imza atma…” dediler. Bu mevzuda tercihini yanlış yapanlar oldu. (Masumlara iftira atma yerine, her şeye rağmen) tercih edilmesi gerekli olan, “hücre” idi, belki “ilaç” idi, belki “dövülme” idi, “ağzın-burnun kırılması” idi, “kafanın yarılması” idi. Bunlar, o tercihi doğru yapana sevap kazandırırdı. Ama bir mü’minin aleyhinde konuşma, yazılan yalanı imza etme, iftira idi, bühtan idi, günah-ı kebâir idi.”
Öncelikle yapılan işin bir iftira, atf-ı cürüm ve günah-ı kebair (büyük günah) olduğunu ve her ne olursa böyle bir işe girilmesinin kabul edilemeyecek bir davranış olduğunu bilmek gerekir.
Hocaefendi, bu şekilde bilinmemesinin bu günahı işlemekten daha ağır sonuçları olacağını ve ebedi kayıpları netice verebileceğini ise aynı yazısında şöyle ifade etmektedirler:
“Bunu bilerek yaptı ise, yapmada da mahzur görmüyorsa, zavallı -farkına varmadan- İslam yolunda (!) kâfir oldu. Çünkü, günah-ı kebâir, tevbe ile zâil olur; fakat insan yaptığı günahı, gıybeti, iftirayı, bühtanı, bir mahzursuz şeymiş gibi görüyor, hem de böyle sürekli tekrar edip duruyorsa, bunu “mahzursuz” kabul ediyorsa; beş vakit namaza beş de ilave etse, on vakit namaz kılsa, yine kâfir, yine kâfir, yine kâfirdir!.. Ve küfür, insanın o âna kadar yaptığı amelleri alır-götürür. O esnada ölse, öbür tarafa taşıyacağı hiçbir sâlih amel yoktur.”
Türkiye’de, Hocaefendi’nin bu sözleri bazı cemaat ve tarikat mensupları tarafından çok ağır eleştiriye tabi tutulmuştur. Halbuki, Hocaefendi çok net bir şekilde, “Günah-ı kebâiri işlemek insanı dinden çıkarmaz, ama günahın inkâr edilmesi insanı dinden çıkarır.” İslâmi hükmüne bina ederek bu şekilde konuşmaktadırlar. Bu herkesin bildiği bir hüküm olmasına rağmen, bazıları tarafgirliklerinin etkisiyle “Hocaefendi, insanları nasıl böyle küfre mahkûm eder” gibi yaklaşımlar sergileyebilmişlerdir.
KENDİLERİNİ TEMİZE ÇIKARMAK İÇİN ÇİRKİNLİKLERİNİ SÜSLEMEK
Aynı yazıda, bazı insanlarda, başkalarını suçlamak suretiyle işin içinden sıyrılma gibi bir kompleksin bulunduğu ve böyle zaman dilimlerinde atf-i cürümlerin çok olacağı, toplumda gıybetlerin ve başkalarını karalamaların artacağı ve böyle davranmanın mahzursuz ve normal bir şey gibi görülmeye başlanacağı, yani toplum çapında duygu ve düşünce zehirlenmeleri yaşanağı ve zalimlerin de bu durumdan yararlanacakları ifade edilmektedir.
Bu işlere bulaşmış insanlar hem toplum hem de kendi vicdanlarında kendilerini rahatlatabilmek için yaptıklarının doğruluğuna inanmak isterler. Bu yüzden de kendilerini haklı çıkaracak her türlü argümana dört elle sarılmaktadırlar. Buna binaen, başkalarının da kendileri gibi hareket etmelerini isterler. Çünkü, öylelerinin varlığı işledikleri günahın ağırlığını hafifletmektedir. Bu düşüncelerle başkalarını da bu işe teşvik etmeye başlarlar. Tam bir fasit dairenin içerisine düşmüşlerdir. Günahın şiddeti ve ağırlığı yuvarlanan bir kar topunun hızla büyümesinde olduğu gibi durmadan artmaktadır.
Böyleleri, işlediklerinin günah ve yanlış bir iş olduğunu kabul ederek tevbe kapısına yönelmek yerine, içine düştükleri batağın daha da dibine doğru batmaya ve kayıp üstüne kayıplar yaşamaya devam etmektedirler. Maalesef bu insanlar Hazret-i Bediüzzaman’ın bir hadis-i şerife dayanarak yaptıkları “Her günah içinde küfre giden bir yol vardır.” tespitlerindeki büyük tehlike ile karşı karşıya kalmaktadırlar.
Hocaefendi aynı yazısında, bu işe bulaşan herkesin aynı olmadığının da altını çizip, nasıl ki Asr-ı Saadet’te irtidat edenlerden sonradan hatalarını anlayıp geriye dönenler olmuşsa, günün münafık ve mürtedlerine de Allah’ın (CC) bu idrak ve bu anlayışı ihsan etmesini dilemektedirler:
“Fakat herkes o karakterde olmayabiliyor; başına gelen musibetlerden sıyrılmak için “Daha kimi tanıyorsun?!” denince… Veya yazılı önüne koyuyorlar; “Biz, şundan da şüpheleniyoruz, falan sistemde telefon kullanmış, filan sistemde telefon kullanmış!” … İşte böyle bir şeyden korkunca, elli tane, yoktan, masum insanın ismini alıyorlar.
İlaç içiriyorlar… Ve çokları öyle oldu, ilaç içirdi, konuşturdu, sonra götürdü ormanın içine attılar, “Ölsün!” diye. Hâlâ isminden bahsedilmeyen, üç sene evvel kimin kaçırdığı belli olmayan insanlar var!… diğer insanlar da korkuyor… Size bugüne kadar yakın durmuş, dost çerçevesinde kalmış. Dolayısıyla bunların isim verdikleri de olmuştur. Ama şunu samimiyetle söyleyeyim; bunların bütünün sayısı, “yüzde dört”e çıkmaz.”