Allah (celle celâluhu) "Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?" (25/77) ve “Bana dua edin ki size karşılık vereyim.” (40/60) ayetlerinde duanın ehemmiyetini ve her duaya cevap verileceğini ifade etmektedir.
Yirmi Üçüncü Söz’de Hazret-i Bediüzzaman “Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet umumîdir; “her duaya cevap var.” ifade ediyor.” sorusuna şöyle cevap verilmektedir:
“Cevap vermek ayrıdır, kabûl etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var; fakat kabûl etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine tâbidir. Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: "Ya hekim, bana bak. "Hekim "Lebbeyk," der. "Ne istersin?" Cevap verir. Çocuk "Şu ilâcı ver bana" der. Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.
İşte, Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak, hazır, nazır olduğu için, abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasıyla, ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.”
Dualara icabet edilmesi duaların bizim istediğimiz gibi kabul edileceği anlamını taşımamaktadır. Kul Rabbisine dua ile yalvardığı zaman, Rabbi orada hazır ve nazır olduğu için zaten icabet gerçekleşmiş olmaktadır. O’nun (celle celâluhu) hazır ve nazır olmasından dolayı, insandaki yalnızlık dehşeti bir ünsiyete inkılap etmektedir.
Fıtraten, insan dua ederken hevâ, arzu ve heveslerinin gerçekleşmesi için yalvarır. Bu isteklerinin hem onun hakkında hem de diğerleri hakkında hayırlı olup olmayacağını ya düşünmez ya da bunun bilgisine sahip değildir. Allah (celle celâluhu) ise mutlak manada bilen olduğu için, bizim heva ve arzularımıza göre değil de, Hikmet-i Rabbâniyesinin gerektirdiği şekilde bir karşılıkta bulunur.
“… Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz. (2/216)” ve “İnsan, bazan şerri, tıpkı hayrı istercesine ister. Pek acelecidir bu insan! (17/11)” ayetlerinde buna işaretler vardır.
Bu sırrı ve dua adabının nasıl olması gerektiğini, Allah Rasûlü’nün (aleyhissalatü vesselam) talim buyurduğu istihare duasında da görmek mümkündür: “Allahım! İlmine başvurarak senden iyilik isterim. Kudretine dayanarak senden güç isterim. Senden, yüce ihsanını isterim. Sen güç yetirirsin, ben güç yetiremem. Sen bilirsin, ben bilemem. Sen bilinmeyenleri en iyi bilensin. Allahım! Bu işi benim için; dinimde, yaşantımda ve işimin sonunda iyi biliyorsan, onu bana takdir et, kolaylaştır ve sonra bereketli kıl. Bu işin benim için; dinimde, yaşantımda ve işimin sonunda şerli olarak biliyorsan onu benden, beni de ondan uzaklaştır. Ve benim için nerede olursa hayrı takdir et.”
Yirmi Üçüncü Söz’de, dua ile ilgili ikinci bir sırra daha dikkat çekilmektedir: “Hem dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil.”
Üstad Hazretleri bu hakikatleri, Emirdağ Lahikası’nda “Yağmur duası ve namazın neticesi görünmedi, faydasız kaldı. İki üç defa bulut toplandı, yağmur vermeden dağıldı. Neden?” sorusuna cevap verirken detaylandırmaktadırlar: “Yağmursuzluk, bu çeşit dua ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de, yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duasının vaktidir.
İbadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i İlâhîdir, faydası uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Meselâ, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de, bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek Cenab-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık; Onun vazifesine karışmayız.”
İbadetlerin ve duaların yapılmasını gerektiren asıl sebep, Allah’ın (celle celâluhu) emretmesi ve bunların yapılmasından asıl hedeflenmesi ve talip olunması gereken ise O’nun (celle celâluhu) rızasının elde edilmesidir.
Dünyevi maksatlar, bela, musibet ve hastalık zamanları o duaların yapılmasının hem vakitleridir, hem de onları yapmaya insanları motive eden sebeplerdir. Kulun vazifesi bu zamanlarda emr-i ilahiye itaat etmek, rıza-i İlâhîyi hedefleyerek bu vakitlere mahsus ibadetleri ve duaları yapmaktır. Yağmuru veya şifayı vermek gibi hususlar ise Allah’a (celle celâluhu) aittir.
Üstad Hazretleri aynı eserde, yapılan ibadetlerin en önemli bir faydasına da şöyle dikkat çekmektedirler: “Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zat, onu besliyor, rızkını veriyor.”
İbadetlerden, dualardan ve okunan evradlardan istifade edebilmenin sırları…
Dua yapılırken, doğal olarak yağmurun yağması ve şifa gibi talep ve isteklerde bulunulacaktır. Dualar, insanlarda, ihtiyaçlarına yegâne cevap verecek zâtın O (celle celâluhu) olduğu bilgi ve şuurunu beslemektedirler. Dua ve ibadet yapılmasını Allah (celle celâluhu) emrettiği için bu yollara başvurduğumuzun ve her türlü dünyevi talep ve isteklerden önce, O’nun rızasına talip olduğumuzun şuuru içerisinde hareket ederek, bu dualar ve ibadetler yapılmalıdır.
Emr-i İlâhî ve rıza-i İlâhî unutularak dünyevi hedefler elde etme peşinde bulunmayı ise, Fethullah Gülen Hocafendi bir hususi sohbetinde “tankla sinek avlamaya” benzetmektedirler.
Eğer yapılan dualarla, namazlarla, ibadetlerle dünyevi maksatlar asıl niyet edilse rıza-i İlahî’ye uygun olmayacağından boşa gidecektir. 23. Söz’de “Demek, dua bir sırr-ı ubudiyettir. Ubudiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhar edip, dua ile Ona iltica etmeli, rububiyetine karışmamalı. Tedbiri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini itham etmemeli.” sözleriyle buna işaret edilmektedir.
Ayrıca, Onyedinci Lem’a’da, bu sırra uygun hareket edilmemesinin, ne gibi tehlikelere ve zararlara yol açabileceği anlatılmaktadır: “İlle-i gaiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faydalar ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münâfi olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez.
İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve faydası bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendîyi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü'l-Kebîr'i, o faydaların bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faydaları göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünkü o faydalar, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasten ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talepsiz terettüp eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.
Yalnız bu kadar var ki, böyle hâsiyetli evrâdı okumak için, zayıf insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faydaları düşünüp, şevke gelip, o evrâdı sırf rıza-yı İlâhî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktabdan ve Selef-i Salihînden mervî olan faydaları görmediklerinden şüpheye düşer, hattâ inkâr da eder.”
Özellikle, bu sırlara riayet etmedikleri için, yaptıkları ibadetler, dualar ve virdlerden umulan faydaları göremeyen insanların ise şüpheye ve inkâra düşme tehlikeleri vardır.