Dehşetli planları boşa çıkarmak 2
Önceki yazıda, kötülüğü yaymayı ve iyilerle mücadeleyi temel gaye edinmiş kimselerin Hizmet insanlarını davalarından vazgeçirmek ve birbirlerine düşürerek birliklerini bozmak için uyguladığı dehşetli planları ve bunlara karşı nasıl mücadele edileceğini ele almıştık. Bu planların uygulanmasından sonra ortaya çıkan sıkıntılı ortamlar ve meydana gelen maddi ve manevi problemlerin sonucu olan travmalar ve ruhsal arızaların da etkisiyle Hizmet insanları arasında birbirlerine karşı hoş olmayan davranışlar görülebilmekte ve sözler söylenebilmektedir.
Böyle zamanlarda, belli bir şuura sahip olan hizmet insanları, varsa birtakım haklarından vazgeçerek ve fedakârlık göstererek ve ayette “Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar.” (5/54) olarak ifade edilen hakikate uygun olarak davranmalı ve böylece problemleri bertaraf etmeye çalışmalıdırlar.
“Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve "Haysiyetime dokundu" demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete fedâ ederim.” (28. Lema 16. Nükte)
Kendisinin yaşamasından daha ziyade başkalarını yaşatma davasına sahip olanlardan beklenen budur ve buna aykırı davrananlar aslında bir bencillik içerisinde benlik davasında bulunmaktadırlar: Böyle zamanlarda, hak sahiplerinin, imana ve Kur’an’a hizmet etme davası en büyük bir gayeleri haline gelmiş olanların, davalarının selameti adına birtakım fedakarlıklarda bulunmaları zarureti vardır.
Üstad Hazretleri iki küçük hikâye üzerinden bu çok önemli konuyu ele almaktadırlar; Birinci hikâyede, Rusya’nın kuzeyinde esir iken, sıkıntı ve ruh darlığından kaynaklanan tartışmaların çözümü için etrafındakilere “Hangi köşede bir gürültü işittiniz, hemen yetişiniz. Hangi taraf haksız ise ona yardım ediniz." demişler ve bu şekilde olaylar çözülmüş ve asayiş sağlanmıştı. Sonrasında, “Ne için haksıza yardım ediniz, diyorsun?" diye sorulunca şöyle cevaplamışlardır: "Haksız insafsızdır. Bir dirhem menfaatını kırk dirhem istirahat-ı umumiye için bırakmaz. Haklı adam ise insaflı olur. Bir dirhem hakkını, sükûnet-i umumiyedeki kırk dirhem arkadaşının menfaatına fedâ eder, bırakır. Gürültü kalkar, sükûnet iade edilir. Bu koğuştaki doksan zât istirâhat eder. Eğer, haklıya muâvenet edilse, gürültü daha ziyadeleşecek. Bu nevi hayat-ı içtimâiyede, menfaat-ı umumiyenin ehemmiyeti nazara alınır."
Haklı olan, hak bir davası olan ona zarar gelmesin diye fedakârlık yapmaya razı olur. Bu hikâyeden hareketle, ortaya çok büyük bir prensip konmaktadır. Yaşadığımız hadiselerde, davranışlarımızı ve duruşumuzu hizmetlerin zarar görmemesi temeli üzerine oturtmalıyız.
Nurların avukatı Bekir Berk Ağabey, ilk davasında Risale-i Nur talebelerine “Sizi mi savunayım yoksa Nurları mı savunayım” diye sorduklarında, onlar hiç tereddütsüz, kendilerini hiç düşünmeden “Bizi değil öncelikle Nurları savun” diyerek gerçek dava insanlarından beklenen tavrı sergilemişlerdi.
Eğer bizim haklı taleplerimizi isteyip dayatmamız Hizmet-i İmaniye ve Kur’an’iyeye zarar verecekse bunlardan vaz geçmek hakiki bir mü’minden beklenendir: “İşte ey kardeşlerim! Bu hayatın, bu içtimaımızda, "Bu kardeşim bana haksızlık etti" diye "küstüm" demeyiniz. Bu pek hatâdır. O arkadaşın sana bir dirhem zarar vermiş ise, sen küsmekle kırk dirhem bizlere zarar veriyorsun. Belki kırk lira Risâle-i Nur'a zarar vermek muhtemeldir. Fakat lillâhilhamd pek haklı ve kuvvetli müdâfaatımız, arkadaşların mükerrer isticvâba gitmelerinin önünü aldığından, fesâdın önü alındı. Yoksa, birbirinden küsmüş kardeşler, bir sinek kanadı kadar küçük bir çöpün göze girmesi gibi veyahut bir kıvılcımın baruta düşmesi gibi, az bir garazla büyük bir zarar verebilirdi.”
Yaşanan süreçlerde, bazı hizmet insanlarının yanlışları, kusurları ve ihmalleri zalimler tarafından yaşanan zulümlere bahane edilmiş olabilir. Fakat, “bu kardeşlerimiz yüzünden bunlar başımıza geldi ve gelmeye devam ediyor” deyip de kenara çekilmenin, küsmenin ve böylece uhuvvetin, kardeşliğin zarar görmesi, birbirlerinden kopmalarının ve parçalanmalarının vereceği zarar, onlara verilen zararın belki binlerce katı daha büyük zararlara yol açmaktadır.
Bu ifritten sürecin başlamasına sebep olan insanlara karşı duyulan kinler ve öfkeler Hizmet-i imaniye ve Kur’an’iyeye zarar vermektedirler. Bir kıvılcımın bütün bir cephaneliği yok etmesindekine benzer şekilde çok büyük yıkımlara sebebiyet vermeleri söz konusudur. Dolayısıyla, böyleleri, yerden göğe kadar haklı da olsalar, yani büyük mağduriyetlere maruz kalmış mazlumlar da olsalar, uhuvvete zarar verecek ve düşmanlarının uğursuz planlarına hizmet edecek davranışlarıyla en büyük haksızlar ve dolayısıyla zalimler durumuna düşmekten kurtulamayacaklardır.
Hazret-i Bediüzzaman, ikinci hikayede, sekiz oğlu olan bir kadının mevcut sekiz ekmeği bunlara taksim ettiği ve kendisine bir şey almadığını, oğullarının her birisinin ekmeklerinin yarısını annelerine verdikten sonra onun dört ekmeği olduğu ve diğerlerininkinin yarıya indiğini anlattıktan sonra, kardeşlerinin başına gelen musibetlerdeki manevi elemlerin yarısını kendisinde hissettiğini, kendi elemlerine aldırmadığını ifade edip, içinde yaşadığımız süreç açısından çok önemli ve hayati bazı prensipleri ve düsturları nazara vermektedirler: “Bir gün fazla muztar bulundum, "acaba hatamın cezâsı mıdır çekiyorum" diye geçmiş hâleti tetkik ettim. Gördüm ki, bu musîbeti kaynatmaya ve tahrik etmeye hiçbir cihette müdahalem olmadığını ve bilâkis kaçmak için mümkün tedbirleri istimâl ediyordum. Demek, bu bir kazâ-yı İlâhîdir. Ve bil-iltizam bir seneden beri müfsidlerin tarafından aleyhimize ihzâr ediliyordu. Kaçınmak kabil değildi. Alâküllihâl başımıza geçirecek idiler. Cenâb-ı Hakk’a yüz bin şükür ki, musîbeti yüzden bire indirdi. İşte bu hakîkata binaen "Senin yüzünden bu belâyı çektik" diye minnet etmeyiniz. Belki beni helâl ediniz. Ve bana dua ediniz. Hem birbirinizi tenkid etmeyiniz. Demeyiniz ki: "Sen böyle yapmasaydın, böyle olmayacaktı." Meselâ, bir kardeşimiz iki üç imza sahibini söylemesiyle, müfsidlerin pek çok zâtları belâya atmak için düşündükleri plânı küçültüp, çoklarını kurtarmış. Değil zarar, belki büyük menfaat olmuş. Çok mâsumların bu belâdan kurtulmasına bir vesile oldu.” (28. Lema, 17. Nükte)
Şimdi tekrar hatırlayalım; "Başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm vardır: Biri insanın, biri kader-i İlâhînin. Aynı hâdisede insan zulmeder, fakat kader âdildir, adâlet eder. Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyade, kaderin adâleti ve hikmet-i İlâhiyenin sırrını düşünmeliyiz." (28. Lema 18. Nükte)
Zalimler ve hak yolunun yolcuları hakkında hep kötülük düşünüp kötülük planlayanlar kaderin de onlara yol ve imkân vermesiyle, hizmet insanlarını bitirmek ve yok etmek için durmadan çalışmakta ve hazırladıkları komploları uygulayabilmek için de bahaneler ve fırsatlar kollamaktadırlar. Doğru gerekçeler ve fırsatlar bulamadıklarında ise kendileri bunları üretmekte, senarize etmekte veya uydurmaktadırlar.
İşte bunlardan dolayı, hadiseler gerçekleştikten sonra, bütün bunlardaki kader ve kazâ’yı İlahinin farkında olarak, başa gelen bela ve musibetleri ikileştiren atf-ı cürümlerden, birbirimizi suçlamaktan, şahısların hatalarına bakarak davadan küsmekten veya uzaklaşmaktan şiddetle kaçınmalı ve din ve iman düşmanlarının dehşetli planlarını boşa çıkarabilmek ve maksatlarına ulaşamamaları için birbirimizle daha da bir kenetlenerek hizmetlerimize yoğunlaşmalıyız.