Bütün insanlığa sahip çıkmadan hedefe varılamaz

Prof. Dr. Osman Şahin

Prof. Dr. Osman Şahin

13 Eyl 2024 09:30
  •  

    İnsanlar arasında yaşanan problemlerin çözülebilmesinin en önemli bir yolu, insanın gerçek değerinin idrak edilmesinden geçmektedir. İnsanların karşılıklı sevgi, saygı, kardeşlik, şefkat, ilgi, alaka, yardımlaşma, dayanışma, sahip çıkma, kucaklaşma ve birbirlerini tam ve doğru anlamaları hep buna bağlıdır.

     

    İslâm dini bu hususta çok önemli ölçüler getirmiştir. Her şeyin yaratıcısı, sahibi, bir olan Allah (CC) olduğu için, değil sadece insan, yaratılmış olan her şey çok kıymetlidir. Hatta, “Bir insanın imanı onun bütün mahlukata olan şefkati ile doğru orantılıdır” sözünde ifade edildiği gibi, imanının derecesi mahlukata duyduğu şefkat ile ölçülmektedir.

     

    İşte, yaratılan her şeyin çok değerli olduğunun bilincinde olan insanlardan meydana gelmiş topluluklar eliyle, yeryüzünde insanlığın problemleri gerçek anlamda çözülebilecektir.

     

    Bunun olabilmesi için, bu toplulukların bütün bir varlığı kucaklayacak değerlere sahip olmaları gerekmektedir. Bütün bir insanlığı kucaklayabilecek değerlere sahip olan Hizmet hareketi bu ağır işi yüklenebilecek bir kapasiteye sahiptir. Bununla beraber, Hizmet insanlarının eksikliklerini tamamlayarak bu işi tam hakkıyla yerine getirebilecek kıvama ulaşmaları sürecinin henüz daha bitmediği ve hala devam ettiği de söylenebilir:

     

    Dünyanın iç içe deformasyonlardan sıyrılması, başta teker teker, bizim her birerlerimizin kendimiz olmamıza, yeniden kendi formumuzu bulmamıza vâbestedir. Biz, biz olacağımız âna kadar, başkalarının bir şey olmasını beklemek, beyhudedir. Bir ümit, bir recâ mülahazasıyla diyebilirim ki, o yola girildiği söylenebilir.

     

    Dünya, “Hâle” (Ashâb-ı kiram) boy aynasıyla kendini yenileyebilmiş, halini dilinin önüne geçirmiş ve hayatını insanlığa adamış fertlerin teşkil ettiği imrendirici bir oluşuma muhtaç!..

     

    Fakat henüz o mesele, bir şey ifade edici mahiyette noktalanmış değil, daha hecelemedeyiz… Bütün dünyanın yeniden şekillenmesi, inşirah verici bir hâl alması, tam bir Cennet koridoruna dönmesi, en azından büyük çoğunluk için, ümit vaad edici bir oluşuma vâbestedir. Bir yerde, imrendirici bir oluşum çok önemlidir.

     

    Zannediyorum, başka tarafta öyle imrendirici bir şey yok. Meseleyi âidiyet mülahazasına bağlayarak “Bu, sizde var; bu harekette var, bu cemaat içinde var!” falan diyemem, iddia olur; “Değildir!” de desem, Cenâb-ı Hakk’ın eltâf-ı sübhâniyesini inkâr olur. Var olan şeyler, “Rabbimin fazlından, kereminden, teveccühünden, iltifatındandır!” Olacak şeyler de O’nun bu mevzuda ekstra inayetlerindendir. Olanlar, olacaklar için inandırıcı referanstır. Buna inanmalı ve bu yolda evvela kendimiz adına bir yenilenme cehdi/gayreti içinde olmalıyız.” (İmanın Tadı, İnsana Sevgi ve Ümit)

     

    Bu değerlerin varlığı, tek başlarına bir şey etmezler. Bunların sahiplenilip de hayata geçirilebilmesi için tam inanmış insanlara ihtiyaç vardır. Yoksa, bu değerler umum tarafından bilinmekte, doğru ve faydalı oldukları herkes tarafından kabul edilmekte ama uygulamaya gelince bunda başarılı olunamadığı da bir diğer gerçektir.

     

    Başta semavi dinler olmak üzere, dinlerin ve ahlak sistemlerinin tamamına yakın hepsinde hâkim olan şeyler adalet, sevgi, şefkat, iyilik gibi güzel ahlakı ifade eden unsurlardır. Bununla beraber bu değerlere sahip oldukları iddiası ile ortaya çıkan nice milletlerin ve toplulukların yeryüzünde meydana getirdikleri zulümlerin, tahriplerin ve haksızlıkların haddi hesabı yoktur.

     

    Tam inanmış gerçek mü’minlerden oluşmuş milletler ve topluluklardır ki bu değerleri hayata taşıyabilmişler ve bu insanların yaşadığı devirler insanlığın en saadetli ve huzurlu zaman dilimleri olmuştur:

     

    Marifetleri ile kalplerine mızraplar indirenler..

     

    “Kur’an-ı Kerim: “Ey iman edenler, (hakkıyla ve gerçek manada) iman edin!” (4/136) buyuruyor. “Ey iman edenler!” diyor; “Kâfirûn, Münafikûn, Fâcirûn, Fâsikûn!” değil, “Ey iman edenler!” diyor. Hem de fiil-i mazi kipi ile söylemek suretiyle, “Ey imanda sâbit-kadem olanlar.. -belli bir yönüyle- onu vicdanlarında sürekli tazeleyip duranlar.. delil peşinde koşturanlar.. marifetleri ile kalplerine mızraplar indirenler.. içlerini huşu ve haşyet ile harekete geçirenler!.. Dimağlarınızı onun tesirine alarak, düşünce hayatınızı pozitif düşüncelere tevcih ettirerek, bir kere daha -gelin- iman edin!” diyor.

     

    Sahabî, semadan gelen bu emre imtisâlin gereği, onu doğru anlamanın gereği, bazen sokakta rastladığı kimseye, “Gel, hele şöyle bir süre Allah’a yeniden iman edelim!” diyordu. Sa-ha-bî… İman etmişlerdi, hem de bizim idrak ufkumuzu aşan şekilde iman etmişlerdi. Görüyor gibi iman etmişlerdi; her tavır ve davranışlarından “ihsan şuuru” dökülüyordu; kıvrım kıvrım idiler Allah karşısında.

     

    O’nun gibi olma, O’na layık olma istikametinde

     

    Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara örnek idi; O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) göre şekilleniyorlardı. O ne yapıyor, ne ediyor, nasıl kıvranıyor, nasıl gözyaşı döküyor, nasıl başını yere koyuyor, secdede dakikalarca duruyor ise, onlar da O’na benzeme peşindeydiler, o yolda idiler; O’nun gibi olma, O’na layık olma istikametinde ve sürekli bir kıvam koruma gayretinde idiler, Allah’ın izni ve inâyetiyle.” (İmanın Tadı, İnsana Sevgi ve Ümit)

     

    Sahabe efendilerimiz imanda tam kıvamı yakalayabildikleri için, bütün bir insanlığı kucaklayacak şekilde adalet, sevgi ve şefkat ile hareket ediyor ve bütün bir beşerin huzuru ve selameti için tam bir gayret ile çalışıyorlardı.

     

    İşte bundan dolayı, sahabe ve onlardan sonra hem bu vasıflarda hem de zaman olarak onlara çok yakın olan asırlar Allah Rasülû tarafından en hayırlı topluluklar olarak nazara verilmişlerdir:

     

    “Bunu da yine o Söz Sultanı ifade buyuruyor, Gönül Sultanı ifade buyuruyor, İdrak Sultanı ifade buyuruyor: “En hayırlılarınız benim çağımda yaşayanlardır. Sonra onu takip edenler (Tâbiîn), sonra da onları takip edenler (Tebe-i Tâbiîn) gelir.”Çağların/asırların en hayırlısı, en nûrânîsi, bir yönüyle insanlara en fazla tesir edeni, imrendirici olanı, Benim içinde bulunduğum çağdır/asırdır!” buyuruyor. Ondan sonraki asır, Tâbiîn asrı, Sahabe’yi görenler; Hâle’ye (ışıktan halka) müteveccih yaşayanlar asrı. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir Kamer-i Münîr idi. -Bu tabiri Hazreti Pîr-i Mugân da kullanıyor.- Etrafındaki o ışık hâlesi de sahabe-i kiram idi.

     

    Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir yönüyle, bütün insanları da onlara teveccühe çağırıyordu: “Ashabım yıldızlar gibidir, hangi birine tabi olup onun ardından giderseniz, hidayete erersiniz.” diyordu. “Benim sahabîlerim yıldızlar gibidir; güneşin etrafında veya büyük sistemlerin etrafında yüzüp gezen yıldızlar gibidir.” diyordu. Hele Râşid Halifeler, hele Râşid Halifeler… Bilhassa onlara imtisâle (izlerinden gitmeye, onları örnek almaya) kat’î bir emir ile çağrıda bulunuyordu. Dolayısıyla terütaze Müslümanlığı sağlam temsil eden, halleriyle gösteren bir cemaat idi, Ashâb-ı Kiram.” (İmanın Tadı, İnsana Sevgi ve Ümit)

     

    Sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin dönemleri sonraki asırlara da örnek olmuşlar ve bunlara bakıp insanlar kendilerine çeki düzen vermişlerdir ama geçen zaman içerisinde asrımıza gelinceye kadar insanlarda kıvam kayıpları da yaşanmış ve giderek onlarla temsil edilen değerlerin yaşanması ve temsili iyice zayıflamıştır.

     

    Umumi manada bütün bir insanlık aleminde ve hususi manada İslâm aleminde çok büyük tahribatlar meydana gelmiştir. Hazret-i Bediüzzaman, günümüzdeki hizmet erlerinin ve Risale-i Nur hizmetlerinin bütün dünya ve insanlık çapında meydana gelen bu çok büyük tahribatları ve bozulmaları tamir ve ıslah etme işini yaptıklarını ifade etmektedirler.

     

    Hazret-i Üstad, değil sadece Müslümanların bütün bir insanlığın problemlerinin çözülmesi ve ıslahı gibi makro seviyede bir vazifenin varlığına parmak basmışlardır. Yani, dar dairede yapılacak çözümler ve ıslah faaliyetleri tek başlarına yeterli değillerdir, bunlar bütün bir insanlığı kucaklamalıdırlar ki hakiki manada tam bir ıslah, tam bir güzellik ve tam bir iyilik ortaya çıkabilsin.

     

    Vicdan-ı Umuminin yaralarını Kur’an’ın icazı ile tedavi etmeye çalışıyor

     

    “‘Risale-i Nur, yalnız cüzî bir tahrîbâtı, bir küçük hâneyi tamir etmiyor belki külli bir tahrîbâtı ve İslamiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit (kuşatıcı) kaleyi tamir ediyor ve yalnız husûsî bir kalbi ve has bir vicdânı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit aletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umûmî ve efkar-ı âmmeyi ve umunun, bilhassa avam-ı müminînin istinatgahları olan İslamî esaslar, cereyanlar ve şeâirlerin kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umûmîyi Kur’anın îcâzı ile o geniş yaralarını, Kur’an’ın ve îmanın ilaçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.” (Kastamonu Lahikası)

     

    Zaten, ayette Hazret-i Peygambere (SAV) hitaben “Ey Resulüm, Biz seni bütün âlemler (insanlar/varlıklar) için sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik!” (21/107) denilmesinde de bu hakikati görmek mümkündür.

     

    Dolayısıyla, Hizmet insanları bütün plan ve projelerini umum insanlığın hayrına olacak şekilde oluşturmalı ve Allah Rasülû’nun “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” olarak ifade ettikleri hedefe ulaşmaya çalışmalıdırlar. 

     

    İnşallah sonraki yazıda konuya devam edelim…

    13 Eyl 2024 09:30
    YAZARIN SON YAZILARI