Asr-ı Saadet’ten sonra İslâm yaşanmadı mı?

Prof. Dr. Osman Şahin

Prof. Dr. Osman Şahin

12 Ara 2022 09:57
  • Önceki yazıdaki, Hazret-i Bediüzzaman’ın Kur’an ve Allah Rasûlü’nün (SAV) getirdiği ışık ve nur sayesinde bütün asırların nasıl aydınlandığına dair tespitlerini şimdi de Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yaklaşımlarında takip edelim…

    Hocaefendi, İslâm’ın tam olarak, tamamiyete yakın veya bazen de eksik olarak da olsa her devirde yaşandığının tespitini yaparak geçmiş ile alakalı çok büyük bir hakikate dikkatleri çekmekte ve İslâm medeniyetleri hakkında tarihte verilen yanlış hükümleri ve bilgileri tashih etmektedirler. Hocaefendi, tarihî olanla, İslâmî olanı ayırt etmek gerektiğini, İslâm'ın tarihte rastlanan farklı uygulamalarının ve yine tarih içinde kazandığı bazı şekil ve normların, çoğu zaman İslâm'ın kendisi zannedildiğinden dolayı yer yer birtakım yanlışlıklara düşülse de bu yanılmaların mutlak manada olmadığını ve selef-i salihînin dini yaşama ve yaşatma adına çok büyük işler yaptıklarına vurgu yapmaktadırlar:

    “Çok hassas yaşayan büyüklerimizin, İslâm'ın farklı tatbikatlarında mutlak planda yanıldıklarını söylemek, selef-i salihîni hafife alma sayılır. Böyle bir iddiada bulunursak, sahabe, tâbiîn, tebe-i tâbiîn hatta daha sonra pek çok devlet kurarak hilâfetin saltanatını temsil edecek enginlikte İslâm'ı dünyaya duyuran, o kendilerini daima şerefle yâd ettiğimiz ve zihinlerimizde bir yâd-ı cemil olarak yaşayan büyüklerimizi yok saymış oluruz.

    İslâm, her devirde yaşanmıştır. Ama bu yaşama, ya bütünüyle veya arızalı bir şekilde olmuştur. Bu noktaya dikkati çeken Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), tamamiyeti ifade adına Raşid Halifeler dönemini nazara verir; çünkü İslâm'ın en saf yaşandığı dönem o dönemdir.” (“İslâm Her Devirde Yaşanmıştır”)

    Hocaefendi, bütünüyle İslâm, Raşid Halifeler döneminde yaşanacağına binaen, Allah Rasûlü’nün (SAV) onlara uyulması hususunda tembihte bulunduğuna, daha sonra gelenlerin hep onlara bakarak, İslâm’ı doğru yaşama adına kendilerine çeki düzen vermeye gayret ettiklerine ve benzer şekilde selef-i salihînden de istifadenin zaruri olduğuna vurgu yapmaktadırlar:

    “Her devirde herkes kendini, esas olanı almaya ve onu temsil etmeye zorlamıştır. Bize en yakın olanlarından en uzak büyüklerimize kadar herkes davranışlarını ayarlarken kendisini İslâm'ı yaşama mevzuunda tam akort edip de İslâm'a göre bir ses çıkarmayı düşünürken, "Acaba selef-i salihîn nasıl yapıyordu?" diye düşünüyordu. 

    Sultan Selahaddin-i Eyyubi, İmam Nevevi veya İzzuddin b. Abdulaziz karşısında kendi durumunu ayarlarken; "Benim şu tavrım ve durumum acaba selef-i salihîne uyuyor mu?" diye soruyordu. Tabiî onlar da, kendi durumlarını ona göre ayarlıyorlardı. Onu yetiştiren Nureddin Zengi de, yine kendi durumunu selef-i salihîne göre ayarlıyordu. Tâbiîn kendisini sahabeye göre ayarlıyor, sahabe de, Efendimiz'e (SAV) göre kendine çeki düzen veriyordu; âdeta "Sağa dön!" dendiğinde sağa dönüyor, "Sola dön!" denince de sola dönüyordu.” (“İslâm Her Devirde Yaşanmıştır”)

    Hocaefendi, geçmiş örneklerden hem ileri seviyede yaşayanlardan hem de en alt seviyede yaşayanlardan bazılarını zikrettikten sonra, "Bizden evvelki bir kısım nesiller, Müslümanlığı dört başı mamur yaşamadılar." demenin günah ve suizan olacağını ve İslâm’ın her zaman belli ölçüde temsil edildiğini ifade etmektedirler. Ayrıca, tarihte gelmiş bazı zalimler ve yanlış uygulamalar olsa da umumi manada, selef-i salihîn dini doğru bir şekilde temsil ve tebliğ gayreti içerisinde bulunmuşlardır:

    “Bunu söylerken, bütün geçmişi aklayıp herkesi tertemiz gösterme gibi bir durumumuz da yoktur; çünkü Ömer b. Abdülaziz'in yanında, Velid ve Yezid gibi kimselerin mevcudiyeti de söz konusudur. İstesek de bunları asla temize çıkaramayız. 

    Abbasilerin içinde de bu türlü kimseler bulunmuştur. Meselâ, bazı idareciler, devlete yanaşan itizalî düşüncenin tesirinde kalarak, Ahmed b. Hanbel gibi hadisin büyük imamına işkence edebilmişlerdir. Evet, o zaman Ahmed b. Hanbel'i hapishanede döve döve öldüren insanlar da vardır; Ebû Hanife'ye işkence yapan, Serahsî'yi kuyunun dibine atıp koca Mebsut kitabını orada telif etmek zorunda bırakan insanlar da vardır. Bütün bunlar olmuştur ve bunları yapanların yüzünü ne aklayabilir ne de paklayabiliriz.

    Devlet-i  Aliyye-i Osmaniye içinde de ruhuyla bütünleşemeyen ve kendinde olmayan insanlar yetişmiştir. Ama bunlar arasında vatanına hıyanet eden, onu Avrupa'ya peşkeş çeken, dini adına taviz veren padişah yetiştiğini söylersek, hem Devlet-i  Aliyye'ye hem de atalarımıza iftira etmiş, kocaman şanlı bir mazimiz ve tarihimiz hakkında yalan söylemiş oluruz… Son Osmanlı padişahlarından birinin dediği gibi, "Osmanlılar arasında dâhi olmayan, iş beceremeyen, acezeden bir kısım kimseler zuhur etmiştir ama kendi milletine hıyanet eden asla çıkmamıştır." Kanaat-i âcizanemce meseleleri bu zaviyeden ele almak lâzımdır ve bu bizim tarihimize ve mazimize uygun bir bakış açısıdır. 

    İşte bu noktalar çok mühimdir. Biz hayatın bize az gülüşü karşısında yan gelip her meseleyi masanın başında idare etmeye çalışıyoruz. Dünyanın neresinden neresine kadar hâkim olunduğu bir dönemde, atın üstünde haricî ve dahilî çeşitli düşmanlıklar karşısında mücadele eden insanları hafife almak, doğrudan doğruya kendi soy ağacına, soy kütüğüne küfretmek, ihanet etmek, en azından hakaret etmek demektir.” (“İslâm Her Devirde Yaşanmıştır”)

    Dinimizin bugüne kadar ulaşmasında çok büyük hizmetleri ve emekleri bulunan ister bireyleri isterse de kurumları ve devletleri hayırla yâd etmek, onların bu yaptıklarını görüp takdir etmek bir vefa borcudur:

    “Allah Resûlü öyle yeni, taze düsturlar ortaya koymuştur ki, zamanın yaşlanıp değişmesine mukabil bu düsturlar hep taze kalmakta hatta daha gençleşmektedir. Allah Resûlü Allah tarafından bir kısım dinî disiplinler ve prensiplerle ortaya çıkmış ve kendi asrında bunları o asrın insanına tebliğ ve talim etmiştir. Onlar da bize kadar bu meseleleri ulaştırmışlardır. Bütün geçmişlerimizden Allah (celle celâluhu) ebeden razı olsun! Bir kadirşinaslık ifadesi olarak bu mevzuda Kur'ân bize şunu talim eder:

    "Allahım, bizi mağfiret eyle, Allahım, bizden evvel bu işe omuz vermiş, bu davayı göğüslemiş, şimdiye kadar bu işi getirmiş ne kadar selefimiz ve geçmişimiz varsa hepsini de mağfiret eyle... Ve inananlara karşı kalblerimizi gıll ü giştan koru." (59/10)” (“Sonsuz Nur-Allah Resûlü'nün Getirdiği İklim” )

    Allah Rasulü (SAV) eliyle ortaya konmuş düstur, prensip ve disiplinlerle çok sayıda devletler ve medeniyetler inşâ edilmiştir. Bunlar eliyle İslâm’ın yaşanması ve korunması gerçekleşmiş ve böylece insanlığa her alanda büyük hizmetlerde bulunulmuştur:  

    “Seleflerimiz bugüne kadar, tahminlerin üstünde bir performans sergileyerek, Allah Resûlü'nün arkasından birbirini takip eden bir sürü devlet kurmuşlardır. Bir Batılı diyor ki: "Hz. Muhammed çok büyüktür." Neden? Çünkü ortaya attığı düstur, prensip ve disiplinlerle, yüze yakın devlet kurulmuş, pek çok medeniyetin mimarı olunmuş, dünyanın dört bir yanına ordular gönderilmiş ve bu ordular, başlarındaki liyakatli insanlarla her gittikleri yerden başarıyla dönmüşlerdir. Hatta bu yerlere sadece birer fatih olarak değil aynı zamanda birer ilim meşalesi gibi gitmişler ve dünyanın dört bir yanında ilim ocakları tüttürmüşlerdir.

    İşte Bağdat, işte Orta Asya'da düşmanlarımızın yıkmalarına rağmen, hâlâ yıkıp bitiremedikleri mâbedlerimiz, külliyelerimiz, şifahanelerimiz, camilerimiz ve işte muhteşem Endülüs! İlim ve sanat dâhilerini hayretten hayrete sevkeden bütün kadim âsârıyla, kültürü ve sanatıyla,  ahlâkı ve insanlığın müşterek değerlerine saygısıyla! Beş yüz senelik gaddar bir zaman cenderesinde ufalana ufalana yok edilme kertesine geldikten sonra bile bu bakiye-i mağdure karşısında ürpermemek kabil değil.

    Bir de onlara sanatçı, estetiğe vâkıf münsif düşünürlerin gözleriyle bakılabilse... Kim bilir ne harika şeyler sezilecek ve ne ledünnî duygulara ulaşılacaktır!” 
    İnşaallah, sonraki yazıda konuya devam edelim.

    12 Ara 2022 09:57
    YAZARIN SON YAZILARI