Bir itibar suikastı olarak da niteleyeceğimiz iftira, hem psikolojik bir rahatsızlığın dışa vurumu, hem de ahlaki olarak bir kişinin içine düştüğü kötü durumu niteler. Arapça bir kelime olan iftira, aslında bulunmayan, aslı astarı olmayan ve gerçekleşmeyen bir eksikliği, kusuru ve utanılacak bir niteliği, ilgisiz ve masum bir kimseye ya da kimselere yamamaya çalışmanın adıdır. Kur’ân’da, iftira kelimesiyle beraber, buna yakın anlam taşıyan, bühtan, kazf ve ifk kelimeleri geçmektedir. Bühtan, iftiraya yakın bir anlam taşımasına karşın, kazf, namuslu bir kimseye zina isnadında bulunmak anlamına gelir ki, İslam Hukukundaki cezası seksen sopa, şahitliğinin kabul edilmemesi ve âhirette karşılaşacağı günah olarak belirtilmiştir. İfk ise, masum bir kadına iftira atmak anlamına gelmekle beraber, özelde Hz. Aişe (r.a.) validemize münafıklar tarafından atılan çirkin iftiranın adı olarak meşhur olmuştur.
Bu yazımızda başka insanlara iftira atmanın altında yatan psikolojik sebeplere, dini ve ahlaki açıdan kötü sonuçlarına değinmeğe çalışacağız. İftira, aslında sadece günümüzün bir problemi değildir. Tarih boyunca insanlar, mücadelede aciz kaldıkları, kıskanıp haset ettikleri, fiziki anlamda güç yetiremedikleri ve kendilerine alternatif veya rakip olarak gördükleri kimseleri yok etmek, toplum nazarında küçük düşürmek, egolarını tatmin etmek ve kendilerini haklı göstermek için kullandıkları ahlaksızca ve insanlık dışı bir davranış şeklidir.
Kur’ân’da da iftiraya uğramış ve itibar suikastına maruz kalmış şahsiyetlerden haber verilir ki, bunlar Hz. Yûsuf (a.s.), Hz. Meryem ve Hz. Âişe validemizdir. Her üçündeki ortak nokta ise, insanların en hassas oldukları iffetleri üzerinden, bu su-i kasta uğramış olmalarıdır. Hz. Yusuf (a.s.), kendisini elde edemeyen saraydaki kadın tarafından iftiraya uğramış, Hz. Meryem validemiz, devrindeki müfteriler tarafından haşa zinayla suçlanmış, Hz. Âişe validemiz ise, münafıklar tarafından benzeri çirkin bir iftiraya maruz kalmıştır.
Hz. Yusuf’a (a.s.) iftira eden Züleyha, aslında onun bir iffet abidesi olduğunu çok iyi bilmekteydi. Ona sahip olamadığı için iftirayla, kendisini suçluluk psikolojisinden kurtarmak istemişti. Hz. Meryem’e iftira atan dindar görünümlü şarlatanlar, onun nasıl bir “Betül” olduğunu yakinen bilmekteydi. Ama bir türlü hazmedemedikleri Meryem validemizi, halkın nazarında küçük düşürmek istiyorlardı. Fakat Yüce Kudret onun imdadına, henüz bir bebek olan Hz. İsa’yı göndermişti. Hz. Aişe validemizin masum olduğunu yakinen bilen münafıkların da dertleri; algı operasyonuyla Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashabını sıkıntıya sokarak intikam almaktı.
Yukarıdaki örneklerin dışında, her toplumda ve her dönemde benzer türden pek çok kişi, grup, topluluk da iftira denilen bu itibar su-i kasdıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu fitnenin en büyüğü ve şiddetlisi ahir zamanda; Efendimizin “süfyan fitnesi” olarak haber verdiği “hidayet erlerine” yapılan iftiradır. Bu iftiralar günümüzde bütün hızıyla ve yoğunluğuyla tüm İslam coğrafyasında ve küresel düzeyde artarak devam etmektedir. İftira olayının sonunda genellikle suçlananlar, dünyada iken berâetle tescillenmiş, müfteriler de çoğu zaman rezil-i rüsvây olmakla karşı karşıya kalmıştır.
Özellikle de modern hayatın getirdiği yeni iletişim araçları ve uzak coğrafyalardaki kitlelere de rahatlıkla ulaşma kolaylığı sebebiyle iftira, yerellikten çıkarak, evrensel bir boyut kazanmıştır. Bu açıdan da, bir insan ya da topluluğun itibar su-i kasdı, sadece belli bir bölge ya da zamanla sınırlı kalmamış, geniş bir alana yayılmak suretiyle daha tehlikeli bir boyut haline gelmiştir. Dini terminoloji ile belirtecek olursak, küreselleşen bir cürüm ve günahla karşı karşıyayız. Bunun için de insan hakları açısından gelişmiş ülkeler, artık böylesine itibar su-i kastlarına karşı ağır cezalar koymuş ve hukuki müeyyidelerle insanların haklarını, böylesi müfterilere karşı korumaya yönelik önlemler ve prensipler geliştirmişlerdir.
Alanın uzmanlarına göre, iftira makinelerinin kişilik yapıları oldukça problemlidir. Bu tipler, kendi bilinçaltlarında, kendilerini vazgeçilemez, üstün şahsiyet olarak görürler. Bütün benliğini saran kibir ve hasetleri onları suça meylettirir. Fakat işledikleri suçları kabullenmek de kendilerine zor gelir, hatta hiç kabule yanaşmazlar. Kendileriyle barışık değillerdir. Bu hastalıklı ruhlar; karşılarında kendilerinden daha nezih, daha dürüst, daha doğru, daha masum, daha akıllı, daha başarılı, daha güzel, daha üstün, daha ileri kimseleri gördüklerinde, bütün psikolojileri alt üst olur. Kendilerini yemeğe, içlerindeki kin ve nefreti daha da derinleştirmeye ve kendilerini içinden çıkılamaz bir zindana hapsederler. Bu defa ulaşamadıkları bu yüksek yerdeki insanları, kendi dehlizlerine indirgemeye başlar, kendi kirli ve karanlık dünyalarına hapsetmeyi yol olarak kullanır, itibarlarını zedeler, lekeler ve onların değer ve şereflerini yok etmenin bütün yollarını kullanmaya başlarlar. Belli bir süre sonra da bu hal onlarda, bir karakter haline gelir ki, artık onlar, böylesi insanlık dışı bir durumdan da zevk alır hale gelirler. Kişilik haline dönüşen bu garip tipoloji, iftirayı artık bir savunma aracı olarak kullanmaya başlar ki, böylesine dibe vurmuş bir kişiliğin, artık düştüğü kuyudan kurtulması hiç de kolay olmaz. Bu haliyle de iftira, itilmiş, horlanmış ve sonunda bir şekliyle gücü eline geçirmiş eziklerin, düşman addettiklerini katletme aracıdır.
Aslında müfteri, lekelediği kişilerden korkar, onların masum ve suçsuz oluşları kendisini rahatsız eder. Rahatsızlık duyduğu bu engeli ya da düşman olarak gördüğü kişi ya da kitleyi yok saymak, ses ve güçlerini kırmak, inandırıcılıklarını zedelemek ve onları yaralı bereli göstermek için her yola müracaat eder. Böylesi kişi bozukluklarında, ciddi anlamda kin ve intikam duyguları, geçmişten gelen nefret hisleri, hırsları, düşmanlıkları ve derinlere gömdüğü ve kendisini yiyip bitiren kıskançlıkları vardır.
Bu kişilik problemi olan tipler, aynı zamanda net ve berrak bir ayna olarak, iyi bir yansıtıcıdırlar. Lekeledikleri, iftirada bulundukları ve haysiyet su-i kastı yaptıkları kişilere yamamaya çalıştıkları yalanlar, aslında kendi dünyalarındaki gerçeklerdir. Ancak bu gerçekleri kabul etmek istemediklerinden, yansıtmayla, hem de berrak bir yansıtmayla içlerindekini dışa vururlar, düşman addettiklerinin üzerinde görmeye başlarlar. Gördükleri gerçek, aslında tam da kendileridir. Böylesi bir durumdan zevk de alırlar; ancak bu zevk, deniz suyu ile susuzluğunu gidermeye veya kanmaya benzer. Ya da devenin çölde çiğnedikçe ağzını yaralayan, yaralanmadan dolayı da kanayan ve kanı, yediği bitkinin lezzeti sanarak durmadan çiğneyen, sonunda da kan kaybından ölen devenin yediği harese dikenine benzer.
Aslında Allah Resûlü (s.a.s.) böylesi bir tipolojiyi, münafıkların başlıca özelliklerinden biri olarak kabul etmiş ve onlar “...Bir konuda taraf olduğunda haddi aşar, haksızlık yapar, işi düşmanlığa dönüştürür.” (Buhârî, İmân 24; Müslim, İmân 106) buyurmuşlardır.
İftiranın dini boyutuna gelince, hem dünya ve hem de âhirete yönelik ağır günah ve altından kalkılamayacak bedelleri vardır. Böylesi kişiler, hem dini hem de ahlaki açıdan günahkâr ve ahlaksız olarak addedilirler.
Kur’ân, gerçek mü’minlere temel ve genel bir kural olarak, bilmediği şeyin peşine düşmemesini, yani kesin olarak bilmediği bir konunun hakikatini öğreninceye kadar, o mesele hakkında herhangi bir söz söylememesini, herhangi bir sözü, kulaktan kulağa dolaşan bir rivayeti, bir olayın arka planını kesin araştırdıktan ve bilgi sahibi olduktan sonra söylemesini emretmektedir. (İsrâ 17/36). Masum bir kimseye iftirada bulunmamın, ağır ve büyük bir günah sayıldığını (Nisa 4/112), insanlara haksız yere, kötü söz ve hareketleriyle eziyet edenlerin, bir iftira ve aşikâr bir günah yüklendiklerini haber vermiştir. (Ahzab 33/58).
Konuyla ilgili pek çok âyetin yanında, oldukça dikkat çekici Nebevi uyarılar da mevcuttur. Bunlardan birinde iftiranın kişiye düşüreceği son derece tehlikeli duruma dikkat çekilmiştir ki: “Bir kimse, bir müminde olmayan bir şeyi ona isnat ederse (iftira ederse), yaptığı iftiranın cezasını çekmeden Allah Teâlâ onu koyduğu cehennemden çıkarmaz.” (Ebu Davud, Akdiye, 14; İbn Mace, Eşribe, 4). “Zan ile hüküm vermekten sakının! Zira sözlerin en yalanı zandır.” (Buhârî, Vesâyâ 8; Nikâh 45; Müslim, Birr 28; Tirmizî, Birr 56) buyrulmuştur.
Daha dikkat çeken ve mü’minin kalbini ürperten diğer bir uyarılarında ise Allah Resûlü müfterileri müflis olarak nitelemiş ve konuyu şöyle detaylandırmıştır:
“Müflis kimdir, biliyor musunuz?” Ashab, “Bize göre müflis, parası ve malı olmayandır” demişlerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.): “Ümmetimin müflisi, kıyamet gününe; namaz, oruç ve zekât görevlerini yerine getirdiği halde, ona-buna sövmüş, iftira etmiş, şunun-bunun haksız yere malını yemiş, kanınım dökmüş, onu-bunu dövmüş olarak gelen kimsedir. Bu kişinin iyiliklerinin sevabından hak sahiplerine verilir. Borcu ödenmeden sevabı biterse, diğerlerinin günahları ona yüklenir, sonra da Cehenneme atılır” (Müslim, Birr 59).
Bunların yanında bir uygulama olarak Allah Resûlü’nün, inanan Müslüman erkek ve kadınlardan biat alırken, Allah’a ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, Peygambere isyan etmemek ve bir de insanlara iftira atmamak gibi hususları belirtmiştir. Daha ilk dönemlerden itibaren biat alınan konulardan birisinin de, başkalarına iftira edilmemesi şartının olması, bu davranışın Peygamber nazarında ne kadar kötü ve çirkin olduğunu gösteren önemli bir ayrıntıdır.
İftira şayet bir kişiyi ilgilendiriyorsa, müfteri ancak o kişiden helallik almakla sorumluluktan kurtulur. Ancak müfterinin iftirada bulunduğu bir aile, bir grup ya da bir topluluk ise, o zaman da bu aile, grup veya topluluk içerisinde bulunan her bir kişiden helallik alması gerekir. Hatta bazen bu da yetmeyebilir. Zira bu defa hak ihlali, ferdin hukukundan, amme hukukuna girer ve işin içine hukûkullah da eklenmiş olur.
Günümüzde iftira müessesesi, bütün çirkinliğiyle işletilmektedir. Hem de bu çirkin işin başını, ne yazık ki, devleti temsil konumunda olanlar çekmektedir. Bunu yaparken de, iletişim vasıtalarının genişliği ve hızıyla meseleyi inanılması imkânsız geniş bir alana yaymakta, önlerine gelene “terörist”, “vatan hâini”, “ajan”, “dış güçlerin maşası”, “haşhaşi” gibi oldukça çirkin ve hele de bir mü’mine yakışmayacak bir edâ ve andâm ile utanmadan ve çekinmeden seslendirmektedirler.
Daha da acı olan ise, bunun bir bayan milletvekili tarafından, hem de kendi hemcinslerine yapılıyor olmasıdır. Kendisi de tesettürlü olan bu milletvekili, önce hapishanelerde bilinen ve var olan ÇIPLAK ARAMA gerçeğini, -ki bunun yüzlerce hatta binlerce yaşayan şahidi var- suçluluk psikolojisiyle kapatayım derken inkâr etmekte, bu işe maruz kalan bütün mağdurlara iftira atmakta, bu da yetmemiş gibi, çocuklu olan bayanların bir talimatla hamile kaldıklarını, hem de televizyonların canlı yayınlarında dile getirebilmektedir. Bu oldukça utanç verici ve onur kırıcı davranışın, aslında selim bir akılla düşünüldüğünde, ne kadar absürt olduğu açıkça görülecektir. Dile getirilen bu iftiranın, akılla ve mantıkla izah edilecek bir tarafı da zaten bulunmamaktadır.
Şu andaki dikta rejiminin bu ve benzeri pek çok gerçeği inkâr yoluna gitmesi ve masumları suçlu olarak addetmesi, ancak yukarıdan beri kısaca ele almaya çalıştığımız suçluluk psikolojisi ve bir ruh hastalığıyla izah edilebilir. Aksi takdirde aklı başında bir kişinin, hele de inanmış olduğunu iddia eden bir mü’minin, azımsanmayacak geniş bir kitleyi muhatap alarak, böylesine çirkin bir iftirayı atmaya cesaret edememesi gerekirdi. Ya da en azından, şikâyetlerin oldukça kabarık bir rakama ulaştığı bu hukuksuzlukların var olup olmadığını soruşturması ve ondan sonra topluma açıklaması gerekirdi. Halbuki müfteriler, böyle bir araştırmaya girmeksizin, çıkış yolu olarak en kötü ve günah olan bir yolu seçmişlerdir. Allah bizleri ve bütün insanlığı, benzeri şirret müfterilerin iftiralarından beri eylesin!
https://twitter.com/muhittinakgul