Yazımıza geçen hafta kaldığımız yerden devam edelim:
Şimdi de kısaca Mâûn Sûresi’ndeki salat kavramı ve namazdaki sâhûndan maksadın ne olabileceği üzerindeki yorumlara bakalım. Mâûn Sûresi hakkında iki yaklaşım vardır. Bunların her ikisi de aslında yerinde değerlendirildiğinde, birbirinin aksi ya da nakîzi değildir. İki yorumun da bir arada değerlendirilmesi mümkündür. Konunun daha kolay anlaşılması için önce salat kelimesinin Kur’ân’da kullanıldığı anlamları üzerinde durulacak olursa; duâ, istiğfâr, rahmet, korku namazı, cenâze namazı, bayram namazı, Cuma namazı, yolculuk namazı, önceki ümmetlerin kıldığı namaz, Yahudilerin ibâdet yerleri, beş vakit namaz ve İslâm gibi anlamlara gelmektedir. Bunların geçtiği yerde hangi anlama geldiğini ise âyetin metinsel bağlamından (siyak ve sibakından) anlamış oluruz.
Sûre’nin tamamının Mekkî olduğu görüşü esas alınarak yorumlanacak olursa; konuyla ilgili rivayetler ve o günkü toplumun sosyo-tarihsel arkaplanı da dikkate alındığında, Mekkeli müşriklerin gösterişe önem veren, riyakâr, giyim, kuşam ve takılarla caka satan ve şöhrete meftun bir psikolojiye sahip oldukları görülecektir. Aslında onların putlarına karşı gösterdikleri hürmet, kurban kesme, saygı duyma ve kendilerince yüceltmeler bile, içten ve gerçek değildir. Yani bu, bir tür nifak/ikiyüzlülüktür. Ancak putlara karşı gösterilen bu hürmet, o günkü Mekke toplumunda pirim yapan, itibar kazandıran ve statülerini perçinleyen davranışlardı. Bu yüzden de onlar, her türlü riyakârlığı yapar, bunun için bol servetler dağıtır, kese kese şairlere altınlar verir, yedirir içirir ve hediyelere boğarlardı.
Buna göre “Vay haline şöyle namaz kılanların ki, onlar namazlarından gafildirler” cümlesinin fâili olarak müşrikleri düşünebiliriz ki, evet müşrikler ve kâfirler de namaz kılıyordu. Nitekim daha önce de belirtildiği gibi: “Onların Mescid-i Haramdaki namazları ise ıslık çalıp el çırpmaktan başka bir şey değil!” (Enfâl 7/35) onlar bir namaz kılıyordu. Ancak onların namazları, salat kelimesiyle ifade edilse de, mü’minlerin namazı gibi hakiki anlamda bir namaz değildi. Nitekim İmam Mâturîdi’nin yaklaşımıyla belirtecek olursak, buradaki salat, hakiki namaz olarak da anlaşılabilir. O zaman da anlamı: “Evet onlar da bir namaz kılıyordu; ama onlar bunu Allah’a karşı değil de putlarına karşı kılıyordu. Bununla da insanlara, putlarına ne kadar da bağlı olduklarını göstermiş oluyor ve riyakârlık yapıyorlardı.”
Sûre’nin son tarafının Medeni olduğu görüşü esas alınacak olursa, -ki gerek konuyu destekleyen diğer âyetlerin varlığı ve gerekse hadis rivayetlerinin yoğunluğu da bunu göstermektedir- o zaman da buradaki fâiller, Medine-i Münevvere’de ortaya çıkan münafıklardır.
Özellikle Medine döneminin yarısından itibaren, İslam’ın güçlenmesi ve ganimetlerin artmasıyla, bazı kimseler inanmadıkları halde inanır gibi görünmeye başladılar. Namaz kıldılar, mescide geldiler, savaşlara katıldılar. Ancak İslam, hiçbir zaman onların içlerine sinmedi. Kur’ân, pek çok sûresinde bu tiplerin davranışlarına dikkat çekerek, gerçek yüzlerini ortaya koydu ki, bunların başında da namaz ibadeti gelmektedir.
Allah Resûlü de farklı zaman ve şekillerde münafıkların ibadet ve davranışlarının arka planını ve gayelerini belirterek, böylece hem münafıkların tanınmasına, hem de kıyamete kadar gelecek mü’minlere, namazlarına önem verip özen göstermelerini dolayısıyla hatırlatmış oldu. Namaza önem vermeyip ona karşı tembel davranan ve gösteriş olsun diye kılanlar bir âyette şöyle tasvir edildi: “Münâfıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki Allah, onların oyunlarını başlarına geçirecektir. Onlar, namaza kalktıkları vakit tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah’ı pek az anarlar.” (Nisa 4/142)
Hz. Peygamber (s.a.s.) de: “İşte münâfığın namazı! İşte münâfığın namazı! İşte münâfığın namazı! Oturur, güneşi gözetler, sonra kalkıp dört rekat namaz kılar ve namazda Allah’ı pek az anar. Horozun gagalaması gibi namaz kılar.” sözüyle buna işaret etmiştir.
İbn Abbas: “Bu Sûre, müminlerle bir arada bulundukları zaman onlarla birlikte gösteriş için namaz kılan, onlardan ayrı kaldıklarında ise namazı terk eden, müminlere buğz ettikleri için, onlara en basit bir yardımı dahi esirgeyen münafıklar hakkında nazil olmuştur.” demiştir.
“Namazlarında sâhûndurlar” cümlesine gelince: Namazın öneminden gaflet edip, onu gereği gibi ciddi bir görev olarak yerine getirmemektir ki, kılınıp kılınmadığına aldırmamak, vaktine dikkat etmemek, geçip geçmediğine aldırış etmeyip vaktinden geri bırakmak, terk etmekten üzülmemek, kıldığı zaman da Allah için hâlis bir niyet ile kılmayıp, dünyaya ait birtakım maksatlar, gâyeler için münafıkça kılmak, açıkta ve başkalarının yanında kıldığı hâlde, kendi başına kaldığında kılmamak, kıldıklarını da Hakk’ın huzurunda hayatın rûhânî ve cismânî bütün değişimlerini temessül ettirecek bir kulluk ve tazim olarak değil de, Mevlânâ’nın dediği gibi, “baş yerde, kuyruk havada” yahut başka bir ifadeyle “verip-veriştirmeden ibaret bir gösteriş veya bir eğlence hâlinde yapmak şekillerine şamil olur. Buna, sözün gelişine göre kıldıkları birkaç vakit namazdan dolayı gururlanıp ve yanılıp da, dini ondan ibaretmiş gibi diğer ibâdet ve kulluk vazifelerini yapmayanlar da dâhil olur.
Kur’ân hermenötiği açısından göz ardı edilmemesi gereken bir husus da, Mekkî sûrelerin içerisinde Medenî, Medenî sûrelerin içerisinde de Mekkî âyetlerin bulunabileceği gerçeğidir. Bu durum uzun sûrelerde olduğu gibi Mâûn gibi kısa bir Sûre’de de olabilir. Hatta bazen bir âyetin yarısı önce, diğer yarısı da daha sonra nâzil olduğu gerçeği, ilgili rivayetlerde mevcuttur. Hatta bir âyet içinde bile kelime ilavesi ile zaman farkı olmaktadır. (gayri uli’z-zarari gibi) Benzeri bir durumun Mâûn Sûresi için de olmasında, herhangi bir problem olmaması gerekir.
4. Aynı zamanda âyetteki “salat” kavramını sadece ibadet anlamıyla sınırlandırmak ve sadece bu anlama geleceği kesinliğini belirtmek de, âyetlerin muhtemel mana ve anlam zenginliğini daraltmak demektir. Hatta belki de farkında olmadan çağdaş selefiler gibi zâhiri/lafzî bir yorum yapmaktır. Halbuki âyetle ilgili sahabe neslinden itibaren iki farklı yorumla karşılaşmaktayız. Birisi Sûre’yi Mekkî arkaplan ile yorumlayan diğeri ise kısmen Medenî düşünerek tefsir eden sahabe ve tabiin açıklamalarıdır.
5. Salat kelimesinin farklı anlam düzeylerine sahip olması, fıkıhta “lafz-ı müşterek” bahsinde, tefsirde de “vücuh ve nezâir” bahsinde genişçe ele alınır. Kur’ân lafızlarının anlam zenginliği, Zerkeşî’nin de dediği gibi onun i’cazının bir yansımasıdır.
6. Âyetteki “musallin” kelimesini sadece müşriklerle irtibatlandırdığımızda, müslümanların bu âyetten alacağı derslerin de farkına varmadan önüne geçmiş oluruz. Zira Hz. Peygamber’in (s.a.s.), münafıkların namazı diye tasvir ettiği hususlar, amelî anlamda münafık olan pekçok müslümanda da vardır. Ayrıca müslümanlara münafık sıfatlarından sakınmaları istenmektedir
7. Âyetlerle ilgili olarak bir meal verilirken, muhtemel anlamlardan bir mana tercih edilebilir. Bu gâyet normal bir durumdur. Ancak bunu yaparken diğer yorumların tamamen yanlışlığını îma etmek, kanaatimizce hem ilmi hem de doğru değildir. Ehlince de bilindiği gibi bir içtihad, başka bir içtihadla nakz olunmaz. Re’y ve tercihle yapılan yorum, Fıkıh Usûlün’de “zan” ifade eder.
Sonuç olarak, Kur’ân’daki herhangi bir pasaj, âyet ya da kelimeye anlam verilmek istendiğinde, on dört asırlık bir birikim derinlemesine incelenmeden bir kenara bırakılmamalıdır. Ayetlerin izahı konusunda elde ettiğimiz yeni kanaatlerimizi ise, aceleye getirmemeliyiz. Konuyla ilgili erken dönemden başlayan ve günümüze kadar gelen zengin rivayet ve dirayet birikimlerini de mutlaka dikkate almalıyız. En önemlisi de yaptığımız yorumlarla sanki âyetler şimdiye kadar yanlış veya eksik anlaşılmış gibi bir düşünceye de kapı aralanmamalıdır. İslami ilimler geleneğinde ilim ve ilim adamına saygının gereği bütün rivayetler aktarılır. Bunlar bir çelişki değil zenginliğin işaretidir.
Yazıyı, Seyyid Bey’in, konuya önemli bir katkı getireceğini düşündüğümüz şu önemli cümleleriyle sonlandırmak istiyorum:
“Bir lafız, mânâ-i lügavîsinden mânâ-i şer’î veya örfîye veyahut bir ilim ve fende bir mânâ-i ıstılahîye nakledilirse o lafza “menkul” tesmiye olunur. Meselâ, “salât” lafzı lügatte dua mânâsınadır, şeriatta bu mânâdan alınarak ef’âl-i malume ve erkân-ı mahsusaya yani namaz mânâsına nakil ve vaz’olunmuştur. Bilumum mustalahat-ı ilmiye ve fenniye dahi böyledir. Menkuller, müşterek değildir. Belki mânâ-i lügavîlerine nazaran mecazdır. Fakat mânâ-i ıstılahilerine nazaran da hakikattir. Binaberin “salât” lafzı, lügate nazaran namaz mânâsında mecaz ise de şeriata nazaran da hakikat-i şer’iyedir. Şer-i şerif, onu dua mânâsından alarak namaz mânâsına vaz’etmiş ve artık bu mânâda hakikat kılmıştır.” (Mehmed Seyyid, Usûl-i Fıkıh Dersleri, Akademi Yayınları, s.192-193)
Prof. Dr. Muhittin AKGÜL
https://www.patreon.com/muhittinakgul
https://twitter.com/muhittinakgul