İnsanlığın ufkunda bir Güneş gibi doğan Allah Resûlü’nün, yeni bir viladet yılı başlangıcına daha ulaşmış oluyoruz. Bu yazımızda, Hakk’ın yeryüzündeki büyük, parlak ve son temsilcisi olan Allah Resûlü’ne karşı, bir mü’min olarak görevlerimizin neler olduğu üzerinde kısaca durmaya çalışacağım.
Bütün peygamberlere iman edilmesi, mü’min olmanın şartı olduğu gibi, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed’e (s.a.s.) inanılması da mü’minliğin gereğidir. Hz. Muhammed’in (s.a.s.), Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olması, mükellefin, hem Allah'a, hem Peygamber’ine ve hem de Peygamber’in getirdiklerine iman etmesini gerektirir.
Hz. Peygamber’e (s.a.s.) sadece bir peygamber olarak inanıp, onun din adına getirdiklerine, sahih sünnetine uymamak ve onu görmezden gelmek, bir mü’min için asla düşünülemeyecek bir durumdur. Zira Peygamber’e (s.a.s.) iman etmenin yanında, ona itaat ederek yolundan gitmek de, mü’minliğin gereklerindendir. İslam’ı kabul etmiş olanlar için Hz. Peygamber (s.a.s.), sâdece Kur’ân’ı tebliğ eden bir elçi veya nakilci gibi değildir. Resûlullah (s.a.s.), hem Kur’ân’ın, hem onun hayata geçirilişinin canlı misali, hem de kendisine her devirde itirazsız itaat edilmesi ve sadâkat gösterilmesi gereken bir peygamberdir. Zira ona bakan veya onun hayatını okuyan herkes, Kur'ân'a göre nasıl konuşulması, nasıl hareket edilmesi ve mü’mince nasıl bir hayat sürdürülmesi gerektiğini öğrenmiş olur.
Kur’ân’ın emrettiği hakkın, hukukun, adaletin ve üstün ahlâkın zirvede temsili, onun hayatında ete kemiğe bürünür. Câhil, zâlim ve her türlü kötülüğü işleyen bir toplumun, kısa sürede ıslah ve rehabilitesi ve zirveye taşınması, ancak onun yöntemiyle gerçekleşebilir. Karanlıklar içerisinde yüzen insanlığı, kıyamete kadar aydınlatacak Kur’ânî ilkelerin hayata taşınması, ancak onun Siyer’ini iyice bilmekle mümkün olur. Din, ırk, coğrafya, zengin ve fakir ayırımı yapmaksızın herkesle anlaşabilme ve konuşabilme prensibi olan gerçek sulh ve esenlik ortamı, ancak onun ortaya koyduğu insan modeliyle gerçekleşebilir.
Onun içindir ki Allah Resûlü’nün Siyer’inin okunması, anlaşılması ve içselleştirilerek hayatta belirgin bir hale getirilmesi, mü’min olan herkesin önemli bir görevidir.
Hz. Peygamber’e (s.a.s.) itâat etmek, onun söz ve fiillerini yerine getirmek demektir. Kur'ân-ı Kerim, farklı âyetlerinde, namazı ve zekâtı emrettikten hemen sonra, Allah'a ve Resûlü’ne itâatı emretmiştir ki, bu da, Resûlullâh'a itâatın, namaz ve zekât derecesinde gerekli olduğunu ve yine ona uymanın, âdeta namaz ve zekât gibi farz olduğunu göstermektedir.
Resûlullâh'a (s.a.s.) uymak, ona haşa tanrı muamelesi yapmak ya da ulûhiyetin ortağı kılmak demek değildir. Hz. Muhammed’e (s.a.s.), sırf Allâh'ın Resûlü, görevlendirdiği son peygamberi, dininin tebliğcisi, hidâyetinin ve emirlerinin bildiricisi, uygulayıcısı ve habercisi olduğundan dolayı, yine sırf Allâh için uymak ve izinden gitmektir. Hâsılı Allah'a itâat ile Resûlü’ne itâat arasında karşılıklı bir gereklilik vardır. Yani birine itaat, diğerine de itaati gerekli kılar. Fakat bunda, Allah gibi sevmekle, Allah için sevmek arasındaki büyük farkı göz ardı etmemek gerekir. Bu, Allah'a şirk ve küfürdür.
Peygamberimize karşı diğer bir görevimiz, O’nu her şeyden daha fazla sevmektir. Onu sevmek, imanın gereğidir. Çünkü O (s.a.s.), insanları dalâletten aydınlığa, küfürden imana çıkarmada büyük bir vesile olmuştur. Aynı zamanda o, ahlâkın ve dinin uygulanmasında müminler için en güzel bir rol model ve örnek olmuştur. Bu yüzdendir ki müminlerin, kendilerine pek çok iyiliği olan Resûlullâh'a (s.a.s.) karşı gösterecekleri sevgiden daha tabîî ne olabilir ki?
Müminlerin, Resûlullâh'ı (s.a.s.) içlerinden gelerek sevmeleri, aynı zamanda onlara, inanmanın manevî zevkini tattıracaktır. Bu sevgi olmadığı zaman, imandan ve İslâm’dan kaynaklanan bu zevkten mahrum kalınacak ve yemek yeyip de, tad alma duygusundan yoksun olan kişinin durumuna düşülecektir. Müminin, sevdikleriyle beraber olmayı arzu ettiği kişilerin başında, Hz. Muhammed (s.a.s.) geleceğine göre, dünyada (Allah'tan sonra) en çok sevdiği de pek tabîî o olacaktır.
Müminlerin, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) karşı yapmaları gerekli vazifelerden birisi de, ona salât-u selâm getirmeleridir. Resûlullâh'ın (s.a.s.) ismi zikredilince bir defa salât ve selâm getirmek vâcip, isminin tekrar edilişi sayısınca getirmek ise müstehap kabul edilmiştir.
Resûlullâh'a (s.a.s.) yapılan salât, onun aslında salâta olan ihtiyacından dolayı değildir. Aksi halde, Peygamber’e Allah salât-selâm edince, meleklerin de salâtına ihtiyaç kalmazdı. Bu, ancak ona duyulan saygıyı ifade etmek içindir. Nitekim Yüce Yaratıcı da, kendisinin asla ihtiyacı olmadığı halde, kendisini anmamızı farz kılmıştır. Bu, ancak Cenâb-ı Hakk’ın bize bundan dolayı mükâfaat vermesi, şefkat ve merhamet göstermesi ve bizlerin Hz. Peygambere (s.a.s.) karşı olan saygımızı ortaya koymamız içindir. İşte bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber de: “Kim bana tek bir defa salât-u selâm getirirse, Allâh da ona on defa salât eder.” buyurmuşlardır.
Bu davranış, peygambere karşı olan bir saygı ve sevginin alâmeti olarak kabul edilmiş ve aynı zamanda böyle bir davranışla mümin, Allah'a ve meleklere uymuş olmaktadır. Çünkü âyetin ifadesine göre hem Yüce Allah, hem de melekler Hz. Peygamber’e (s.a.s.) salât-u selâm getirmektedir. İnananların da bundan geri durması, uygun ve doğru bir davranış değildir.
O’nun bu yeni doğum yılında, bütün mü’minlerin ona derin bir iman, içten gelen bir itaat ve sevgi ile bağlanmaları, onu yaşamaları ve bu Örnek Nebi’nin ideal insani ilişkilerini yaşayarak, dünyanın her yerine göstermeleri ve duyurmaları dileklerimle.