Kur’ân, hayatımızı ve sosyal ilişkilerimizi düzene koymak, Yaratıcı ve yaratılanların haklarına saygı göstermek ve ölüm ötesi hayatı da unutmamak şartıyla, bizlere mutlu bir hayatın yolunu göstermek için indirilmiştir.
Kur’ân’ı, yaşayışıyla berrak bir ayna olarak bizlere gösteren Allah Resûlü (s.a.s.), 23 yılda Kur’ân’ın gölgesinde ideal ve mükemmel bir örnek; benzerine rastlanmayacak bir toplum inşa etmiş ve o günden günümüze de o asra, ittifakla “saadet asrı” denmiştir.
Allah Resûlü, Kur’ân’ın inanç, ahlak, ibadet ve muamelatla ilgili hükümlerini, bütün netliğiyle yaşamış, göstermiş ve bizlere bu şekliyle emanet etmiştir. Maalesef onun ümmeti olduğunu iddia eden farklı zamanlarda bazı kimseler ve toplumlar, bu evrensel mesajı, maksatlı ya da cehaletinden yanlış veya eksik anlamış, bir takım devlet yöneticileri ve politikacılar da onun hükümlerini, kendi gündelik politik amaçlarına araç yaparak, hem Kur’ân’a, hem de O’nun Mübelliğ’ine büyük haksızlık yapmışlardır.
Bu yazımızda, işte bu yanlışlıklardan biri olan, ehem-mühim meselesini, bir köşe yazısı ölçüsünde ele almaya çalışacağız. Kur’ân’ın prensipleri, İslam ilim geleneğine göre farklı açılardan kategorize edilmiştir. Bunlardan birine göre bu prensipler, asıl ve fer’ olmak üzere başlıca iki grupta değerlendirilir. Asıl denilen prensipler, inanç esaslarıyla ilgilidir ve ikincilere göre oldukça daha öncelikli bir önemi haizdirler. Hatta ikincilerin asıl sebebi de, bu asli prensiplerin güçlendirilmesidir.
Fer’ dediğimiz, ikinci derecede olanlar ise; ibadetler ve muamelata ait konulardır. İbadetlerin tamamı ve muamelat konuları, yakından incelendiğinde, bunların konulmasındaki esas hikmetin, ‘aslı’ güçlendirmeye ve takviyeye yönelik olduğu hemen görülecektir.
Daha açık örneklerle belirtecek olursak, namaz, oruç, zekât ve hac gibi İslam’ın beş temel ilkesi de, zatları itibariyle değil, bunların götüreceği sonuçlar itibariyle emredildiği açıkça görülecektir.
Allah’ı görüyormuşçasına inanmayan, ölüm ötesi hayatı kesin bir şekilde kabul etmeyen insanların kıldıkları namazın, tuttukları orucun ve yaptıkları haccın, onlara kazandıracağı şey, -maddi açıdan geçerlilik şartlarını tam yerine getirmeleri şartıyla,- belki sorumluluktan kurtarır. Ancak bunlardaki temel hikmet, tamamen bunun dışındadır. Zira Yüce Allah’ın insanların ne namazına, ne haccına, ne oruç ve ne de zekâtlarına ihtiyacı vardır. İbadetse, ona ibadet eden sayısız melekler, ruhaniler ve diğer canlı ve cansız varlıklar vardır. Ancak bu ibadetlere ihtiyacı olan insandır ki, onların yapılması kendisine emredilmiştir. Ve emirdeki hikmet de, genellikle inanç ve ahlaka yöneliktir. Hayatı ve sosyal ilişkileri düzenler; adalete, hukuka, insan haklarına saygıya, doğruluk ve dürüstlüğe, vefa ve güvene yönlendirir.
Zaman zaman Müslümanlar müslümanlığı, sadece namaz, oruç ve hacdan ibaret zannettiler. Halbuki İslam, hukuktu, insan sevgisiydi, eşitlikti, doğruluktu, helal kazançtı, cömertlikti, adaletti, sevgiydi, paylaşmaktı ve sorumluluktu. Hak-hukuk olmadıktan sonra, bin kez hacca gitmişsin, camiler, köprüler, okullar yapmışsın, namazlar kılmışsın, Kur'ân okumuş, onlarca defa hacca gitmişsin! Bunların sadece şekil açısından yerine getirilmesi insanı kurtarmaya yeter mi?
Kelime-i şehadeti ömürde bir kez söylemek yeterlidir. Ama hukuku, adaleti, başkalarının haklarına saygıyı, hayatın bütün evrelerinde yaşamak farzdır. Zekât, yılda bir kez, o da sadece zengine farzdır. Ama hukuk, zengin fakir herkese, her ân farzdır. Hac, sadece zengin mümine ömründe sadece bir kez farzdır. Ama hukuk, ömrün her anında ve her alanda farzdır. Namaz günde beş defa farzdır, ama hukuk her saat ve her saniye farzdır. Oruç yılda bir ay, o da gücü yetene farzdır. Ama hukuk her zaman farzdır. Müslüman olmak için girişte şehadeti söylemek hayatta sadece bir kez yeterlidir. Ancak, doğruluk, güvenirlilik, başkasına zarar vermemek, zulmetmemek, yalana asla başvurmamak, aldatmamak, ölçü tartıya riayet etmek, başkasının malına göz dikmemek, hayatın her saatinde farzdır. Özetle pek çok ibadetin vakti ve mekân-ı muayyeni varken, hak ve hukuka riayet, âdeta zaman üstü bir uygulama ve hayatın her diliminde sürekli karşılaştığımız öncelikli bir vasıftır.
Mekke döneminde, İslam’ın şartları olarak kabul ettiğimiz şimdiki şekliyle bir namaz, zekât, oruç ve hac yoktu. Yani ibadetlerin çoğunluğu ve muamelat henüz emredilmemişti. Ama temel inanç ve ahlak ilkeleri, son derece titizlikle yaşanıyordu. Hatta Allah Resûlü’nün en belirgin ve dikkat çeken güzel ahlakı, nübüvvetten önce de vardı. Ve Müslümanlar öncelikle bu güzel ahlak niteliklerine yönlendiriliyordu. Dolayısıyla Mekke dönemi, iman ve ahlak temelli olup, Medine dönemi ise ahkâm ve muâmelât olarak bu temeller üzerine inşa edilmiştir. Zira iman ve ahlak temeli sağlam olmasaydı, bu kadar kısa sürede İslam, insanlar arasında hızlı ve kolay yayılamazdı.
Bir iki örnekle meseleyi daha da somutlaştırmak gerekirse, namazın emredildiği âyetlerde, namaz ibadetinin hikmetine vurgu yapılır ki, bu hikmet, Allah’ı hatırlamak, O’na saygı duymak, her türlü kötülükten uzak kalmak gibi neticelerdir. Buna göre hayatın her aşamasında Allah’ın her zaman kendisini görüyor olmasını düşünmeyen, bunun için de başkasının malını çalan, gasbeden, namusuna dil uzatan, iftira atan, adaletten sapan, başkalarını aldatan, farklı yollar kullanarak gayr-ı meşruları meşrulaştıran, yalan söyleyen, devletin malını farklı yollarla yiyen ve rüşvet alıp, her türlü haramı çekinmeden irtikâp eden kimseler üzerinde, o namazın herhangi bir etkisi olmamış demektir.
Oruç ibadeti emredilirken, özellikle her türlü kötülükten uzaklaştırma hikmetine “takva” sözcüğüyle işaret edilir ki, buna göre oruç ibadetinin hikmeti, haramlardan sakınma, Allah korkusu ve saygısıyla, hukuk ilkelerini çiğnememe, hak ve adaletten ayrılmama, yakın ve uzak çevrenin yaşadığı açlık, fakirlik ve ihtiyaçları yakından anlayıp empati yapma, paylaşma ve gayr-ı meşru şeylere karşı kendimizi kontrol edebilme gibi hususlardır.
Hac ibadeti, hem giderken hem de dönerken şaşalı bir gösteriş yapma ya da “hacı” lakabını, haramlara ve her türlü ahlaksızlığa karşı paravan yapmanın ve turistik bir seyahatin adı değildir. Şayet mü’minin hayatında, hac öncesi ve sonrası arasında, bir farklılık olmuyorsa, hac esnasında farklı renkler ve bölgelerdeki insanların dertlerini paylaşıp çözümler ortaya koymuyorsa, Arafat’taki ma’şeri kalabalıktan mahşerin dehşetini hatırlamıyorsa, giydiği kefen benzeri beyaz elbiseden, dünyanın faniliğini ve geçiciliğini hatırlayıp, ona göre bir hayat tarzı sergileyemiyorsa, Hz. İbrahim’in (a.s.) cömertlik ve vefasından, Hz. İsmail’in sadakatinden, Hz. Peygamber (s.a.s.)’ın eşsiz ahlakından ve onun hayata yansımalarından nasipsiz dönüyorsa, haccın hikmeti gerçekleşmemiş demektir.
Günümüz açısından dünyada müslümanların ağırlıkta ve yoğunlukta yaşadıkları ülkelere bakınca, yukarıdaki gerçeği daha yakından görmüş oluruz. Namaz kılanlar, oruç tutanlar, başörtüsü takanlar, hacca gidenler, sayısız umreler yapanlar, sakal bırakıp şalvar ve benzeri kıyafetler giyenler, maalesef ki, yaptıkları bu ibadetlerle, sergiledikleri davranışlar arasında bu açıdan ciddi çelişki arzetmektedirler.
“Müslümanım”, “dindarım”, “Kur’ân hükümlerini uygulayacağım”, “hilafeti temsil edeceğim” benzeri hayali aldatmacalarla idareyi ele geçirenlerin, önceki hayatlarıyla, idareyi ele geçirdikten sonraki hayatları arasında uçurumlar oluşmaktadır. Kutsalla aldatıp, hırsızlık, rüşvet, zulüm, ahlaksızlık, devleti soyup gasbetme, torpil, hukukun eşitsizliği gibi pekçok gayr-ı meşru fiilin içine hem de balıklamasına dalmakta ve sonunda da yıkılıp gitmektedirler. Ancak bu yıkılıp gitmelerden en fazla zarar gören de, yine din ve dine ait gerçekler olmaktadır. İnsanlar dinden nefret etmekte, Kur’ân’dan uzaklaşmakta ve dinin gereksizliği düşüncesi özellikle de gençler arasında ciddi oranda artış göstermektedir.
Bir çıkış yolu olarak mü’minler, yeniden Kur’ân’ı, ama doğru bir şekilde anlayarak, anladıklarını da başkalarına anlatmadan önce, kendilerinde yaşayarak göstermekten geçtiğini bilmelidir. İslam’ın, her şeyden önce bir ahlak dini olduğunu, sevginin, merhametin, paylaşmanın, ideal insani ilişkilerin, doğruluk ve cömertliğin, her din ve ırktan insanı, sadece insan olduğu için sevmenin, büyüğe saygı, küçüğe şefkat ve merhametin, vefanın ve iffetin, sosyal sorumluluğun ve adaletin temel ölçüler olarak kabul edildiği bir din olduğunu, yaparak göstermelerinden geçmektedir. Bu açıdan da, özellikle farklı ülkelerde yaşayan mü’minlere, daha büyük ve ağır bir sorumluluk düşmektedir.
Ayrıca Müslüman görünümlü idareciler, şatafatlı ve lüks bir hayatın içine dalmışsa, o zaman sadece kendilerine değil, diğer insanlara ve canlılara da saygılarını kaybederler. Bu da hata üstüne hata ya da zulüm üstüne zulüm doğurur. En kötüsü de tüm bu olanlar, bize insaniyetimizi kazandıran ve adı İSLAM olan pırıl pırıl dinimize olur.
MERİÇ’TE MELEKLEŞENLER
Meriç bir sembol oldu, zalimlerin zulmüne,
Küçük-büyük demeden, aldı bir bir dibine.
Dile gelse ormanlık, Meriç’in çevresinde,
Çığlıklar dayanılmaz, sanki siren sesinde.
Zâlimler kovalarken, kaçış zorunlu oldu,
Önüne çıkan Meriç, sanki zâlimin kolu,
Ölüm yakalayınca, Meriç bir sebep oldu,
Uçtu kanatlarıyla, sanki bir melek oldu!
Yüzündeki tebessüm, melekliğin sembolü,
Kalbindeki temizlik, masumluğun timsali,
Şimdi sana acımak, insan olma gereği,
Ama bir Cennet var ki, sen oranın vildânı.
Arkada kalanlar hep, üzülüp ağlayacak,
Seneler geçse de hep, seni unutmayacak,
Annelik duygusudur, sürekli zâr edecek,
Cennet olunca bir son, olursun muhalledûn!
Zâlim seni görünce, Mahşerin meydanından,
Köşe bucak kaçacak, hep senin nazarından,
Ama kaçış mümkün mü, Mevla’nın mekânından?
Ne acıdır böyle son, zâlimler açısından!
Babası Afrika’da, yollarını beklerken,
Buluştu meleklerle, bize vedâ ederken,
Ağlamak mı? Elbette, gözyaşları dökerken,
Mevla’ya avuç açtık, Cennetlere uçarken.
(05.03.2021)
Prof. Dr. Muhittin AKGÜL
https://twitter.com/muhittinakgul