İnsan sıkıntılarla iç içe yaratılmış bir varlıktır. İster mümin olsun isterse de bir başkası eşya ve hadiselerin gereği herkes için birtakım sıkıntılar, imtihanlar söz konusudur. İnsan karşılaştığı problemler karşısında tutunacak bir dal arar. Bulduğu zaman da yapışır. Bulamadığında da hayal kırıklığına, ümitsizliğe, boşluğa düşer. Bu da ondaki yaşama azmini yok eder.
Bilhassa sıkıntıların üst üste geldiği zamanlarda insanın bir dayanağa ihtiyacı olur. Bu bir insan, bir imkân, bir ses, bir dinleme, bir el uzatma olabilir. O böyle bir dayanak bulduğu sürece umudunu korur ve ayakta kalır. Bulamadığı ve kaybettiği vehmine kapıldığı anda da ciddi bir travma yaşar. Hatta bazen yok olmayı bile arzu edebilir. Bu noktada inançlı bir insanı diğer insanlardan avantajlı kılan önemli bir nokta vardır. O da şudur: İnançsız bir insan ümidini bağladığı dünyevi sebepler yok olduğu zaman kendi duygu düşünce dünyasına göre istinat edebileceği başka bir nokta kalmadığından dolayı kendini sonsuz bir boşluğa düşmüş gibi çaresiz hisseder. Fakat mümin öyle değildir. O dünyevi bütün dayanaklarını kaybetse de ‘Madem Allah var, her şey var, hiç kimse olmasa da Benim Allah’ım vardır’ der, O’na dayanır ve her hâlükârda ümit, inanç ve azmini korumasını bilir.
Bu son dönemde hizmet insanları da pek çok haksızlıklara, sıkıntılara, imtihanlara maruz kaldılar. Onlar içinde ümidini hiç kaybetmeyen, duruşunu hiç değiştirmeyenler olduğu gibi normal olarak sarsılan, ümidi kırılanlar da oldu. Bu son derece tabii. Sıkıntılı zamanlarda müminlerin birbirlerine maddeten destek olup arka çıkmaları gerektiği gibi Hakk’ı, sabrı ve merhameti tavsiye etmekle de birbirlerine ümit ve azim vermeleri gerekmektedir. Bununla beraber her bir mümin için mevzubahis olan bazı hususları göz önünde bulundurmak faydalı olacaktır.
Ümidi korumak; sebeplere riayet ve sonrası
Müminin içinde bulunduğu şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, ona güç kuvvet moral, motivasyon kazandıracak önemli değerler vardır. Müminin en genel prensibi öncelikle ‘sebeplere riayet etmek’ ve sonra da Allah’a itimat, dua, tevekkül ve teslim olmaktır.
Bir defa şu unutulmamalıdır ki, yaşanan bu haksızlık ve zulmü ortadan kaldırmaya, yaraları sarmaya yönelik, hizmet gönüllülerinin ta ilk günden beri yapılması gereken şeyler ne ise onları yapmaya çalıştıkları, yapmaya da devam ettikleri gözlemlenmektedir. Bu asla her şeyin tastamam yapıldığı anlamına gelmiyor tabi ki. Fakat en azından mevcut imkân ve şartlar neye el veriyorsa, bütün kapılar zorlanarak, elden geldiğince yapma gayreti, samimiyeti içinde oldukları görülmektedir. Buna göre, sıkıntıda olanlar unutmamalılar ki her ne kadar imkanlar sınırlı, şartlar ağır olsa da, her ne kadar herkese hemen ulaşılamasa da sürekli onları düşünen, onların ıstırabıyla iki büklüm (bu tabir ona tam uyuyor) olan Fethullah Gülen Hocaefendi ve onu seven on binlerce Hizmet gönüllüsü var. Onlar bir taraftan gittikleri ülkede yaşam mücadelesi verirlerken diğer taraftan da 15 Temmuz’dan bu yana -tabiri caizse- işi gücü bırakmış tek dertleri, sıkıntıda olan insanlara maddi-manevi, hukuki, medyatik destek adına neler yapılabilir bunu düşünmek ve bu meyanda çalışmalar yapmaktır.
Bu sekiz-dokuz yıllık süreçte akıllarda kalan ve hafızalara kazınan en önemli kelime ‘Muavenet’ kavramı olmuştur. Hizmet insanları yoğun bir çaba ile Türkiye’de mağduriyet ve mazlumiyet yaşayan insanlara ‘Muavenet’ ile el uzatmaya çalışmaktalar. Hukuki alanda ise Türkiye’deki mağdurların haklarını savunmak, kaybettiklerini geri almak, mevcut haklarını korumak için Avrupa Adalet Divanı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde sürekli resmi girişimlerde bulunmakta ve konuyu takip etmekteler. Sivil toplum kuruluşları da gerek bilgilendirme gerekse de özel ziyaret ve sosyal programlarla, hangi ülkede iseler o ülkenin sivil toplum kuruluşlarına, o ülkenin önde gelenlerine, ülkede yaşanan hukuksuzluğu, bunun yol açtığı sıkıntıları, insanları ve toplumu nasıl perişan hale getirdiğini anlatmaktalar.
Sosyal medya ve You tube’da ise, Türkiye’de iken sıkıntı yaşamış, sonra da ülkeyi terk etmek zorunda kalmış önemli gazeteci ve yazarların bu dönemdeki anti demokratik hukuksuz uygulamalara dair bunlara maruz kalanları konu edinen cesurca yayınlar yapmaları, dikkat çekici, önemli bir moral kaynağı olarak karşımızda durmaktadır. Muhakkak ki kabaca ifade edilen bu şeyler dışında da bazen kişilerin bazen de kurumların yaptığı fakat burada zikredilmeyen pek çok çalışma da var. Fakat takdir edilir ki bu çalışmaların hepsini bilebilmek ve burada zikretmek mümkün değildir.
İmkân dahilindeki yapılacaklardan sorumluyuz
Şunu unutmamalıdır ki, insanın/toplumun Allah katındaki sorumluluğu, gücü yettiği şeylerle sınırlıdır. Kişi veya tüzel kişiler, içinde bulundukları şartlar çerçevesinde ellerinden ne geliyorsa onu yapmakla yükümlüdürler. Şayet imkân dahilinde olup da birtakım şeyleri ihmal ettilerse bundan dolayı mesul olacakları gibi imkân harici olan hususlardan dolayı da Allah katında sorumlu tutulmayacaklardır. Çaresiz kalınan zamanlarda onlara ve herkese düşen vazife de dertlenme, ıstırap, dua, tazarru ve niyaz vazifesine hız vererek devam etmektir.
Manevi moral dinamikleri
Sebeplere riayet etme esnasında veya yetmediğinde, yetişmediğinde bu sefer devreye manevi dinamikler girer ki bu yönüyle müminin manevi cephaneliği oldukça güçlüdür.
1- Bunların başında birinci olarak, kâmil, gerçek iman gelmektedir. ‘İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir.’ (23. Söz) İman, karanlığı aydınlatan bir ışık gibi insanın kafasında çözemediği karanlık noktaları aydınlatarak, izah edemediği olayları, hadiselerin arkasındaki hikmet ve maslahatları anlamasına yardımcı olur. Bununla aklı, fikri ve kalbi mutmain olan bir kişi moral ve motivasyon depolayarak içinde yaşadığı musibet ve belalara karşı güç kuvvet ve sabır kazanır. Gücü yetmeyen hususlarda ‘vardır bir hikmeti’ diyerek ‘Aktif sabır’la imanın önemli bir şubesi olan tevekkül, teslim şubesine kaydolur. O şubedeki dersi tamamlamaya çalışır.
2- İkinci olarak, iman esaslarının iki ana rüknü olan Allah’a ve Ahiret gününe iman gelmektedir. İslam düşüncesinin ana temeli bu iki esasla oluştuğu gibi ancak bu ikisi ile tamam olur. Bu iki esasa göre, bir mümin için hayat, sadece dünya hayatından ibaret değildir. Bu dünya hayatı, ahiret hayatına hazırlık için insana lütfedilmiş fani, geçici bir süreçtir. Burada iyi ameller bir tarla hükmünde olan dünya hayatına ekilir, Ahiret hayatında da meyveleri neticeleri derlenir. Herhangi bir olay burada başlamadığı gibi burada da bitecek değildir. Bu iki hayat bir bütünün yarısıdır. İslam’ın müntesiplerine vadettiği şeyler bu iki hayat gerçeği açısından ele alınamadıkça başa gelen musibet ve belaları anlamlandırmak, çözmek, izah etmek, sabretmek mümkün olmayacaktır.
Öncelikle iman ve realite açısından bakıldığında; her ne kadar gaybe iman çerçevesine de girse, ahiret hayatının gerçekliliği, dünya hayatının gerçekliği kadar kesin ve aşikardır. Kur’an, ahiret hayatına ‘Düşünseler şunu da anlarlardı ki: bu dünya hayatı geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir ve ebedî âhiret diyarı ise, hayatın ta kendisidir. Keşke bunu bir bilselerdi!’ (Ankebut Suresi, 64) ‘Muhakkak ki âhiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.’ (Duha Suresi, 4) gibi ayetlerle değinerek, bize, ölümle biten dünya hayatının bir son, bir final olmadığını, asıl ve gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu ifade etmektedir. Yine Kuran meseleleri ele alırken sadece dünya hayatı çerçevesinde değil ahiret hayatını da içine alacak bir bütünlükle ele almaktadır. Tabiri caizse filim iki ana sahneden oluşmaktadır. Birisi dünya hayatı, diğeri de ahiret. Olayların başlangıç ve gelişimi her ne kadar birinci sahnede cereyan ediyor gibi görülse de içiçe giren olaylar silsilesinde bazı olaylar birinci sahnede bazıları da ikinci sahnede neticelenmektedir.
3- Allah’ın (cc) kullarına sunduğu teklifler ve bunların neticeleri sadece dünya hayatına bakmamaktadır. Bu mükellefiyetler ve sonuçları dünya hayatında başlamakta ve ahiret hayatını da içine alacak şekilde sonlanmaktadır. İman edip salih amel işleyenlerin gerçek mükafatları ahirette verileceği gibi inkâr eden, kötülük yapan, günah işleyenlerin asli cezaları da ahirette verilecektir. Dolayısıyla iman noktasından bakıldığı zaman herhangi bir olayı sadece dünya hayatı açısından ele alarak değerlendirmek ve ‘netice alınamadı’ demek eksik bir değerlendirme olacağı gibi sadece ahiret hayatı açısından ele alıp ‘yapanın yanına kar kalıyor’ demek de eksik bir değerlendirme olacaktır. Doğru olan değerlendirme şekli ise dünya-ahiret dengesi içinde yapılan değerlendirmelerdir. Bu da ibadet ve dine hizmet gibi uhrevi amellerin neticelerinin bazen dünyaya, çoğu zaman da ahirete baktığı anlayışıdır. ‘Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı Haktır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir.’ (Mesnevi-i Nuriye) Çünkü kullara yapılan teklif ve neticeleri her iki hayatı birden kuşatmaktadır.
Buna göre İslam, müntesiplerine -genel bir ifade ile- ‘siz iman ettiğiniz takdirde dünya hayatında hiçbir sıkıntı, elem, keder çekmeyeceksiniz’ demediği gibi, ‘yaptığınız iyiliklerin karşılığını bütünüyle ahirette alacaksınız’ da dememektedir. İnkâr eden veya kötülük yapan kişilerinde bu dünya hayatında hemen cezalandırılacağını söylemediği gibi cezaların bütününün ahirete bırakılacağını da ifade etmemiştir. Bilakis Kur’an’da iman edenlerin farklı imtihanlara maruz kalabileceklerini, ancak bunun daimî olmayacağını, kötülük yapanların da yaptıklarının yanlarına kar kalmayacağını, belli bir mühletten sonra bazen bu dünyada bazılarının da ahirette cezalandırılacakları bildirilmiştir.
‘Şayet siz yara aldı iseniz, karşınızdaki düşman topluluğu da benzeri bir yara aldı. İşte Biz, Allah'ın gerçek müminleri ortaya çıkarması, sizden şehitler edinmesi, müminleri tertemiz yapıp kâfirleri imhâ etmesi için, zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz. Allah zalimleri sevmez.’ (Al-i İmran , 140)
Evet Allah, kulların arasında, sebepler planında yerine getirmeleri gereken şartlara göre, elem, keder, hüzün, mağlubiyet, sevinç, mutluluk ve zaferleri döndürüp duracağını, dolayısıyla da hiçbir musibet ve hiçbir sevincin devamlı olmayacağını haber vermektedir. Zaten dikkatlice bakıldığı zaman dünyada olup biten olay ve hadiselerin bir elem-lezzet döngüsü şeklinde deveran ettiği rahatlıkla müşahede edilecektir. Müminler pek çok yerde zora düştükleri halde, Huneyn’de olduğu gibi, Allah onlara yardımını ve sekinesini lütfederek içinde bulundukları sıkıntılardan kurtarmış ve hiç beklemedikleri sürprizlerle onları desteklemiştir. (Tövbe Suresi, 25-26)
4- İnançlı bir mümin için en büyük saadet, şu kısa fani dünya hayatında Allah’ı bilmek ve bulmak, her şeye rağmen O’nun rızasını kazanma istikametinde bir hayat yaşamaktır. ‘O’nu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.’ (13. Söz) sözünün de ifade ettiği gibi iman edenler bir kısım musibet ve belalarla sarmaş dolaş olsalar da doğruya ve hakikate ulaşmanın, Allah’ın emir ve yasakları istikametinde bir hayat sürmenin huzurunu, hazzını, mutluluğunu, her zaman içlerinde hissederler.
Dinlerinden, insan olmaktan, hayat şartlarından, geçim sıkıntısından dolayı karşı karşıya kaldıkları sıkıntıların tesadüfi olmadığını, manen temizlenmeye ve Allah katında dikey yükselişe, derece artışına vesile olan bir yönü olduğunu bildikleri için, bu hakikat onlara ciddi bir teselli kaynağı olur. Başka nedenlerden, mesela heva-heves peşinde, tercihlerini dini hukuki yanlış, zararlı işlerde kullanmaktan dolayı başı belaya giren, dolayısıyla da dünya ve ahiretini berbat eden insanlarla kendilerini kıyasladıkları zaman, kendilerini daha talihli görürler. Zira başlarına gelen sıkıntılar utanılacak konulardan dolayı değil, Allah nezdinde yüzlerini ak edecek konulardan dolayıdır. Küçük suçların cezası küçük mahkeme olan bu dünyada, büyük suçların cezası da Mahkeme-i Kübra olan ahirette verileceği için zalim ve mütekebbirler zâhiren bu dünyada galip ve muzaffer gibi yaşasalar da aslında kalıcı bir ceza için öbür dünyaya göçmeyi bekliyorlar. Fakat asla unutulmamaktalar.
‘Kötülükleri işleyenler hükmümüzden kaçıp kurtulacaklarını mı zannettiler? Ne fena hükmediyorlar! (Ankebut Suresi, 4) Firavun, Nemrut ve Karun gibi tarihte bilinen ve Kur’an’da zikredilen muktedir, zalim, mütekebbir, gururlu diktatörler daha dünyada iken cezalarını buldukları gibi, Karun gibi servet ve samanıyla baştan çıkmış kişiler de yerle bir edilmiş ve onlar da cezalarını bulmuşlardır. İslam tarihinde Müslümanlara eziyet eden Kureyş’in önde gelenleri Ebu Cehil, Ebu Leheb gibiler daha dünyada iken hak ettikleri akıbete maruz kaldıkları gibi ileriki dönemlerde de Müslüman dahi olsa zulümleri ve hukuksuzlukları ile bilinen sultan, hükümdar, melik ve valilerin de bulundukları konumları kaybettiklerine, daha dünyada iken rezil rüsva olduklarına çok şahit olunmuştur. Meşhur Emevi hükümdarı ‘zalim’, ‘fasık’ lakaplı 2. Velid, Yezit tarafından öldürülmüş, zulüm, sıfatı haline gelen Haccac-ı Zalim son zamanlarında haksız yere canına kıydığı âl-i beytin güzide şahsiyetlerinin rüyasına giren halleri ile delirmiş "Ah! Bu Said Bin Cübeyr de ne istiyor benden?» diye feryat ede ede yerinden fırlayarak kalkar olmuş, son günlerini, ahiretteki cezasının başlangıcı olarak, bu cinnet hali içinde geçirerek helâk olup gitmiştir. Bu asırdaki zalimlerden Hitler, Mussoluni, Çavuşesku, Kaddafi, Saddam gibi diktatörler de yıkılıp gitmiş ve şimdilerde zulümlerinin hesabını vermekle meşgul bir vaziyette lanetle anılmaktalar.
Evet, zannedilmesin ki bu zulüm ve haksızlıkları işleyenler, bu dünyadan göçüp gidenler dünyada ve ahirette huzur içinde yatıyorlar. Onlar mağdur ve mazlumlardan daha ağır bir tedirginlik ve korku ile hayatlarını idame ettirdikleri gibi öbür tarafta da huzur-u ilahide başlarını kaldıramayacak ve yaptıklarının cezasını çekecek olmalarının anguazları ile kıvranmaktadırlar. ‘Sen, o zalimlerin işlediklerinden, sakın Rabbinin habersiz olduğunu zannetme! O, sadece onları, dehşetinden gözlerinin donup kalacağı bir güne ertelemektedir. O gün onlar başlarını dikmiş, gözleri donup kalmış, kalpleri bomboş koşup dururlar.’ (İbrahim Suresi, 42-43) Mazlum ve mağdurlar ise doğru olmanın, doğruluğa bağlı kalmanın vicdani huzuru ile zindanda dahi olsalar ferih ve bahtiyarlar. Hem bu dünya da hem de ahirette sabırlarının mükafatını görecek olmanın sevinci ile her türlü sıkıntıya rağmen Allah’a hamdetmektedirler.
‘Evet, her sıkıntı ve tazyik bir inşiraha gebedir. Hadis diye rivayet edilen, fakat Sühreverdi’ye ait olduğu söylenen, “Karar kararabildiğin kadar, çünkü kararmanın son noktası aydınlığa açılmanın başlangıcıdır.” (el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb 1/436; ed-Deylemî, el-Müsned 1/426) sözü de bu hakikati ifade etmektedir. Ama bu çekilen her sıkıntıdan sonra, mutlaka hep hayır doğacak demek de değildir. Çünkü hayır, hayrı hazırlayabilecek temiz ve nezih ruhların mevcudiyetine vâbestedir. Bir toplum, içinde hayır cereyanları olduğu hâlde tazyike maruz kalmaz ise, o toplumun önünde bir infilâk var demektir ve her infilâk da bir inşirahın müjdesidir.’ (Fasıldan Fasıla-4)