Kur’an-ı Kerim hayatın merkezine alınarak bakıldığı zaman insan ve toplumun fiilleri ile başlarına gelen bela ve musibetler arasında sıkı bir ilişki kurulduğu görülmektedir. Buna inanmak veya inanmamak kişiye kalan bir takdir olmakla birlikte Kur’an’daki bu ısrarlı vurguların inanmış bir mümin açısından dikkate alınması gereken önemli bir konu olduğu da belirtmek gerekir.
Kur’an muhataplarına, işledikleri kötü fiillerden dolayı bazı kişilerin -daha dünya da iken- farklı şekillerde cezalandırıldıkları gibi toplumlarında benzer durumlarda aynı şekilde bir muameleye tabi tutulduklarını anlatmaktadır. Hadislerde anlatılan bazı olaylarda da buna benzer hususların müşahede edildiği görülmektedir. Kur’an’da bazı kişi veya toplulukların işledikleri bir kısım fiillerden dolayı cezalandırıldıklarına dair ayetler sıklıkla göze çarpar.
Burada asıl üzerinde durmayı hedeflediğimiz husus; kişilerden daha çok toplulukların başına gelen bela ve musibetlerle, yapageldikleri iyi/kötü ameller arasındaki sebep sonuç münasebetleri olduğu için o noktaya odaklanmak daha yararlı olacaktır.
Mülk sahibi Allah’tır
Öncelikle Kur’an’ın bize öğrettiği bir hakikati önemine binaen hatırlatmakta yarar vardır. O da ‘Mülk Allah’ındır’ hakikatidir. Yerde ve gökte ne varsa, hepsinin gerçek sahibi O’dur (cc). Dolayısıyla da Allah’ın kendi mülkünde dilediği şekilde tasarruf etme yetkisi vardır ve bu O’nun hakkıdır. Çünkü varlığın sahibi olan O’dur (cc) ‘De ki: “Ey mülk ve hakimiyet sahibi Allah'ım! ” Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden onu çeker alırsın! Dilediğini aziz, dilediğini zelil kılarsın! Her türlü hayır yalnız Sen'in elindedir! Sen elbette her şeye kadirsin! (Al-i İmran,3/200) Allah bu tasarruf yetkisiyle bütün bir varlığa bir sınır bir had bir nizam bir intizam bir ölçü bir kanun koyarak (Rahman ,55/7,8) onları ‘Rab’ ismiyle terbiye etmiştir.
Yaratılış kanunları ile dini emirler arasındaki münasebet
Allah (cc) varlık arasındaki nizam ve intizamı sağlamak için koyduğu bu kanunlara ‘tekvini emirler, yaratılış kanunları’ adı verilmektedir. Bütün bir kâinat büyüğü ve küçüğüyle, bu kanunlar çerçevesinde hareket etmek, kendilerine verilen bu fıtri vazifeleri aksatmadan yapmak suretiyle, lisan-ı halleriyle Allah’a boyun eğme ve itaatlarını ifade etmektedirler. ‘Bilmez misin ki göklerde ve yerde bulunan kimseler, hatta güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar bütün canlılar ve insanların da birçoğu Allah'ın yüceliğine secde ediyorlar…’ (Fussilet,41/54;Hac 22/78) Yani hem O’na olan kulluklarını hem de itaatlarını sergilemektedirler.
Allah (cc) yaratılış kanunları (tekvini emirler) ile varlık arasındaki nizam ve intizamı sağladığı gibi insan- kâinat ilişkisini, insanla insan arasındaki nizam ve intizamı düzenlemek içinde kanun, hükümler koymuştur ki buna da bilindiği gibi (Teşrii emirler, Allah’ın emir ve yasakları) denilmektedir. Tekvini ve Teşrii emirlerin sahibi, mülkün, varlığın da sahibi olan aynı zat, yani Allah’tır (cc) Allah kâinatı yaratmakla birlikte şuur sahibi olan insanı da onun içine yerleştirerek, her ikisinin birbirleriyle, insanların da diğer insanlarla topluluk halinde uyum, ahenk içinde, adil bir biçimde yaşayabilmeleri için bir kısım emir ve yasaklar koymuştur.
Kuran, tekvini emir ve yasaklar ile Allah’ın kulları arasında koyduğu emir ve yasaklar arasında sıkı bir ilişki kurar.’ Allah'ın buyruklarını umursamayan şu insanların kendi tercihleri ile yaptıkları işler yüzünden karada ve denizde (bütün dünyada) bozukluk ortaya çıktı, nizam bozuldu. Doğru yola ve isabetli tutuma dönme fırsatı vermek için, Allah, yaptıklarının bazı kötü neticelerini onlara tattırır.’ (Rum 30/41) Hilafet konumunda yaratılan, akıl şuur sahibi insandan bu iki emir ve yasak arasındaki sırrı adeta görmesi ve buna göre hareket etmesi beklenmektedir. Mesela; İstikamet (Doğruluk) Allah’ın önemle üzerinde durduğu bir husustur. Gerek fertlerin gerekse de toplumun hayatında ‘Doğruluk’ çerçevesindeki tutum ve davranışların ne kadar hayati bir yere sahip olduğu izaha ihtiyaç yoktur. Allah(cc) doğruluk üzere yaşayan, davranan topluluklara bolluk ve bereket vereceğini vadederken, kendini tanımamak suretiyle saygısızlık eden topluluklara da bereket kapılarının kapatılacağını ifade buyuruyor.
“Eğer insanlar ve cinler, Allah'ın yolunda dosdoğru yürüselerdi, onlara bol yağmur verir, rızıklarını bollaştırırdık.’( Cin 72/ 28) ‘Eğer o ülkelerin ahalisi iman edip Allah'a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette biz üzerlerine gökten, yerden nice bereket ve bolluk kapılarını açardık. Fakat onlar peygamberleri yalancı saydılar, Biz de işledikleri kötülükler sebebiyle kendilerini cezaya çarptırdık.’ (Araf 7/96)
Yine ayette, nimetlere şükretmenin nimetin artmasına, nankörlüğünde, eksilmesine sebep olduğu ifade edilmektedir. (İbrahim 14/7) Diğer bir ayette “ … Merhamete lâyık olma haklarını kaybettiklerinden, perişan hallerine gök de ağlamadı, yer de ağlamadı. Artık onlara yeni bir mühlet de verilmedi. (Duhan 44/29)buyrularak insan davranışları ile varlık arasında sanki bir bağın, alakanın olduğuna işaret edilir ve günahlarından dolayı helak edilen zalimlerin ölmesinden dolayı semanın mecazi de olsa onlar için ağlamadığından bahseder. Bu ayetin izahında geçen bir rivayette konuyu pekiştirici bir şekilde Efendimiz (as) semanın ehl-i iman için ağladığını fakat ehl-i dalalet için ağlamadığını buyurur. (Tirmizî, Tefsir, Duhân, 3252)
Bediüzzaman (ra) bu ayet münasebetiyle "Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki: 'Ehl-i dalâletin ölmesiyle insan ile alâkadar olan semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani: Onların ölmesiyle memnun oluyorlar.' Ve mefhum-u işarisiyle ifade ediyor ki: 'Ehl-i hidâyetin ölmesiyle semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar.' Çünkü: Ehl-i iman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur. Zira iman ile Hâlık-ı kâinatı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip, hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalâlet gibi tahkir ve zımnî adâvet etmezler."( 13. Lem'a)
İnsanın kainattaki konumunun önemi
Kur’an’a göre bütün bir varlık akıl ve şuur sahibi olan insan için yaratılmış ve her şey onun emrine, hizmetine sunulmuştur.’ Gökleri ve yeri yaratan Allah'tır. Gökten yağmur indirip size rızık olsun diye, onunla türlü türlü meyveler ve ürünler çıkaran da O'dur. İzni ile denizde dolaşmak üzere gemileri size râm eden, akan suları ve ırmakları da sizin hizmetinize veren O'dur.’ (İbrahim,14/32) İnsan yeryüzünün halifesi yani bir bakıma başkanıdır. (Bakara 2/30) Ona da gücü yettiği nispette kâinattan istifade, eşyaya müdahale yetkisi verilmiştir fakat bu yetki belli hüküm ve kurallarla sınırlandırılmıştır. “Davud! Biz seni ülkede hükümdar yaptık, sen de insanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma ki seni Allah yolundan saptırmasın. Allah yolundan sapanlara hesap gününü unuttukları için, şiddetli bir azap vardır. (Sad 38/26)
Allah (cc) kendi mülkünde, yine kendi yarattığı varlığın nizam intizam ve yararı için, koyduğu kanun kural ve hükümlere uyulmasını, itaat edilmesini istemektedir. Pek çok ayette bu husus açıkça ifade edilmektedir. Bunda, Allah için bir fayda bir menfaat söz konusu değildir. Bu tamamen kulların yararına olan bir husustur. ‘Eğer inkâr edecek olursanız bilin ki Allah sizden müstağnidir, hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ama kullarının inkâra sapmalarına razı olmaz. Eğer şükrederseniz, bundan hoşnut olur…’ (Zümer 39/7) Tabidir ki her mülk sahibi, mülkünde istediği gibi tasarruf eder, fakat bir başkasının kendi mülkünde kural dışı bir tasarrufta bulunmasına, asla razı olmaz.
Bir insanın misafir olduğu bir evde ev sahibinin hoşuna gitmeyecek davranışlar sergilemesi, herhangi bir insanın çalıştığı şirkette kurallara uymaması, yetkisini aşması veya başına buyruk hareket etmesi gibi bir durumdur bu. Cansız şuursuz bütün bir varlık kesintisiz bir şekilde O’nun emirlerine boyun eğerken iradi ve şuur sahibi olan insanın kendi aleyhine olarak Allah (cc) emir ve yasaklarına uymaması O’nun (cc)kulları hakkındaki takdirlerine tesir eder. Allah kendi mülkünde inkâr, şirk, haramlar(zulüm, zina, iftira, yalan, hırsızlık vs) gibi günahların işlenmesi O’nun gayretine dokunur, razı olmaz, fakat kullarına mühlet tanır ki belki hatalarını anlar ve geri dönerler. Yoksa O (cc) her isyan edeni cezalandırabilirdi. Fakat ‘Halim’ olan Allah (cc)onlara ıslah-ı hal etmeleri için fırsat tanımaktadır. ‘Eğer Allah insanları işledikleri günahlar yüzünden cezalandıracak olsaydı, dünyada tek bir insan bile bırakmazdı; ama Allah onların cezasını belirlenmiş bir vâdeye kadar erteler. O vâdeleri geldiği vakit hükmünü yerine getirip onları cezalandırır. Çünkü Allah kullarını tamamen görmektedir.’ (Fatır 35/45)
Başa gelen felaketlerde insanın davranışlarının rolü
Evet, toplumların başına gelen musibet, bela ve felaketlerde onların içine düştükleri bir kısım hata günah ve cürümlerin etkili olduğu muhakkaktır.’ “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir.” (Şûrâ 42/30) Kıtlık, kuraklık, ekonomik dengelerin bozulması, sel, deprem, salgın hastalıklar gibi afet ve musibetler, yani yerin bitirmemesi, göğün yağdırmaması, Kur’an-i mantık ile ele alındığında insanların hata ve kusurlarının bir neticesidir.’
Dedim ki onlara: “Rabbinizden af dileyiniz. Zira o gafurdur. Mağfiret dileyin ki üzerinize bol bol yağmur indirsin. “Size mal ve evlad ihsan buyursun, size bahçeler, ırmaklar, su kanalları nasib etsin.” (Nuh 71/10,11,12) İstiğfarın sebebi bir hata veya günah olduğuna göre, Allah insanı terbiye için birer memuru olan sema ve yere emir vererek işlevlerini durdurmalarını veya yavaşlatmalarını emretmekte, insanın da bundan ders almasını, kendine yönelmesini, halini düzeltmesini murad etmektedir. (Hud 11/44)
Hz. Ömer (r.a) kıtlık sebebiyle yağmur duasına çıktığında istiğfar etmekle yetinince, etraftan: “Yağmur için dua etmediniz?” diye sorulmuş, o da “Ben, semanın yağmur gelen kapılarına vurdum” buyurmuş, sonra da bu âyeti okumuştu.
Hasan el-Basrî’nin meclisinde bir şahıs kuraklıktan şikâyet etti. O da: “İstiğfar et” dedi. Başka biri malî sıkıntılardan, bir diğeri çocuğunun olmadığından, birisi arazisinin verimsizliğinden dertlenince, onlara da aynı şeyi söyledi. Etrafındakiler bunu garipseyince o, bu âyeti okudu. (Kurtubi Tefsiri ,18/302)
Felaket ve helak geçmişte mi kaldı?
Kur’an’daki kıssalarda zikredilen geçmiş kavimler, içine düştükleri hata ve günahlardan (İnkâr, şirk, gurur-kibir, Allah’ın emirlerini çiğneme, ahlaksızlık, zulüm, iktisadi -ticari hileler, haksızlık, kaba kuvvet vs) dolayı helak edilmeleri, cezalandırılmaları gibi konular, değişik sure ve ayetlerde uzun uzun anlatılan gerçeklerdendir. Bu kıssalarda, peygamberlerin, ümmetlerini yanlış davranışlarından dolayı uyardıkları, vazgeçirmeye çalıştıkları, onları Allah’a yönlendirmek için çabaladıkları, fakat onların bu çağrılara kulak asmayarak hata ve yanlışlarına devam ettiklerinden bahsedilmektedir. Hatta bazı halklar peygamberleri, kendilerine helak edilen o kavimlere dair olayları anlattığında, onların “Bunlar mazideki insanlara ait bir kısım masallar, hikayeler” manasında ‘esatiru’l evvelin’ dedikleri ve olayı hafife aldıkları zikredilmektedir. (Müminun ,83) Halbuki Kur’an’ın bu kıssaları anlatmasındaki ana hedefin, bunlardan ‘İbret ‘alınması olduğu aşikardır.
Geçmişteki toplulukların başına gelen bu musibet ve felaketler, mazide kalmış, bitmiş, bir daha yaşanmayacak/gerçekleşmeyecek demek değildir. Bu bir ‘sünnetullah’dır ve her dönemde bu tür hadiselerin benzerleri yaşanmaktadır. Sadece bu asırdaki felaketlere bakıldığı zaman yeryüzünün değişik coğrafyalarında pek çok felaketler yaşandığı (Deprem, tsunami, sel, salgın hastalık, savaş, yangın vs) olduğu bilinen bir konudur. Bu felaketlerin bazılarında, helaka maruz kalan kavimlerde ölenlerin sayısından çok daha fazla vefat edenin olduğu düşünülecek olursa bu ilahi terbiye adetinin hala devam ettiği söylenebilir.
Bunlara bakarak hiç kimseyi suçlamadan, su-i zanna girmeden, kendi muhasebemiz adına, derin derin düşünmek, ibret almak, hataları fark ederek vazgeçmek, duygu düşünce, hal ve tavırları, Allah’ın rızası istikametine yönlendirmek, gafleti terk ederek aynı hataları tekrar etmemek gerekmiyor mu? İrtikap edilen bunca suç ve günahın farkına varabilmek, hak ve halk nezdinde ne kadar gayrete dokunduğunu görebilmek, insanca ve mümince bir tavır belirleyebilmek için acaba daha ne olması bekleniyor?