Önceki yazımızda imanın asıl yerinin kalb olduğunu ve imanda asıl olanın kalb ile tasdik olduğunu belirtmiştik. Tasdik, iman esaslarının tamamının doğru, hak ve gerçek olduğunu, tereddüt göstermeden tam bir inanç içinde kesin olarak kalben kabul edip onaylamaktır.
Tasdik iki kısımdır:
1. Tasdik-i şuhûdî: Gözle görülen ya da varlığı herhangi bir yolla kesin olarak bilinip algılana bilene inanmaktır. Örneğin; Kur’an-ı Kerim’e inanmak bir tasdik-i şuhûdîdir. Çünkü Kur’an, görülmekte ve okunmaktadır.
2. Tasdik-i gaybî: Deney ve gözleme konu olmayan, duyularla algılanamayan ancak Allah (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.) tarafından bildirilmiş olan hususlara inanmaktır. Allah’a (c.c.), O’nun sıfatlarına, meleklere, ilahî kitapların Allah’ın (c.c.) kelâmı olduğuna, peygamberlerin Allah (c.c.) tarafından görevlendirildiğine, kıyamete, ahirete, mizana, sırata, cennete, cehenneme... iman etmek tasdik-i gaybîdir.
Mü’minin, gaybî olan iman esaslarına, sanki onları görmüş, tanımış gibi yakinen inanması gerekir. Buna göre,
Allahü Teâlâ’yı, O’na özgü bütün esmâ ve sıfatıyla bilmesi, tanıması (örneğin; Allahü Teâlâ’nın bir, ezelî, ebedî ve varlığının kendinden olduğuna; eşinin, benzerinin, denginin, ortağının olmadığına; O’ndan başka rab, ilâh, yaratan, yaşatan, rızk veren, yöneten, hüküm koyan bulunmadığına; Allah’ın (c.c.) sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi olup dilediği her şeyi dilediği şekil ve zamanda yaratmaya kâdir, bütün yaratılmışların mâliki, hâkimi, yöneticisi, ibadet ve hamd edilmeye lâyık tek ilâh olduğuna; her şeyi noksansız olarak görüp bildiğine, her sesi işittiğine, evrende hayat bulan her varlığın ve gerçekleşen her olayın, evrendeki nizam, intizam ve varlıklardaki özelliklerin Allah’ın (c.c.) esmâ ve sıfatlarının tecellisi olduğuna inanması) ve bu bilgi ve ma’rifetle Allah’a (c.c.) kulluk etmesi,
Kur’an-ı Kerim, Tevrat, İncil ve Zebûr’a, bu kitapların Allahü Teâlâ’dan peygamberlere (aleyhimüsselâm) inzal edilişine bizzat tanıklık etmiş gibi inanması,
Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ve diğer peygamberlere, onlarla birlikte yaşamış, vahye mahzar oluşlarını bizatihî müşahede etmiş gibi,
Meleklere; onları görmüş, onlarla arkadaşlık etmiş, görevlerini ifa edişlerine (meselâ, Cebrail’in (a.s.) vahyi getirmesine, İsrafil’in (a.s.) sûra üflemesine, Azrail’in (a.s.) can almasına, Kiramen Kâtibîn’in amelleri deftere yazmasına) şahit olmuş gibi inanması,
Kıyamete, onu ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn yaşamış;
Ahirete, diriltilip kabrinden kalkarak mahşer yerine gelmiş;
Sırata, üzerinden geçmiş;
Mizana, amellerinin tartılmasını görmüş, gözlemlemiş;
Cennete, içine girip hayat sürerek güzelliklerini görüp tatmış;
Cehenneme, insanları cezalandırmasına şahit olmuş gibi inanması gerekir.
Tasdik kalble yapılır ve imanın esasıdır. Ancak tasdikde şüphe ve tereddüdün olmaması gerekir.
Kalb ile inanılıp tasdik edilen imanı dil ile söylemek ise ikrardır. Bir başka ifadeyle ikrar, kişinin, iman esaslarına kalbiyle inanıp tasdik ettiğini dili ile ifade etmesidir. Dil ile ikrar, imanın bir rüknü veya şartı değildir. Bir insan, iman esaslarına kalben inanıp tasdikte bulunsa, bunu diliyle ikrar etmese Allah (c.c.) katında mü’mindir. Meselâ; konuşamayan bir kişi, iman esaslarına kalben inandığı takdirde mü’min kabul edilir. Öldürülmekle tehdit edilen bir mü’minin, ölümden kurtulmak için diliyle inanmadığını söylemesi de onun kalbindeki imanına zarar vermez. Çünkü Allahü Teâlâ Kur’an’da, “inkâra mecbur bırakılıp da bunu yalnızca diliyle yapan, fakat kalbi imanla dopdolu olan” kimsenin mümin olduğunu belirtir.(1) Buna karşılık; kalben inanıp tasdik etmeyen kişinin inandığını söylemesinin bir değeri yoktur. Yani iman esaslarına kalbden inanmadığı hâlde dille inandığını söyleyen kimse, -zahiren mü’min kabul edilse de- Allah (c.c.) katında mü’min değildir. Bu husus, Kur’an’daki “Ey Resûl! Ağızlarıyla ‘İnandık.’ deseler de, kalbleri asla iman etmemiş olanlardan (münafıklardan) ve Yahudi olanlardan küfürde birbirleriyle yarışırcasına koşturup duranlar seni üzmesin...”(2) ayeti ile “Bedevîler, ‘İnandık.’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama ‘Boyun eğdik.’ deyin. Henüz iman kalblerinize yerleşmedi...”(3) ayetinde ifade edilmektedir.
İmanda asıl olan kalble tasdik olmasına rağmen, bir kimsenin mü’min olduğunun insanlarca bilinebilmesi ve mü’min muamelesi görmesi için imanını dille ikrar etmesi gerekir. Peygamberimiz (s.a.v.), insanların mü’min muamelesi görebilmesi için imanlarını ikrar etmelerinin gerekli olduğunu belirtmiştir.(4) İslam âlimlerinin çoğunluğu da “İman, kalb ile tasdiktir. Ancak dil ile ikrar, kişinin dünya hayatında Müslüman olduğunun bilinmesi ve Müslüman muamelesi görmesi için şarttır.”(5) demişlerdir. Çünkü kalpteki imanın birinci derecedeki ifade aracı sözdür.
İnandığını sözle ifade ettiği bilinmeyen kişinin mü’min olduğunu gösteren bir amel işlemesi, meselâ; namazlarını kılması ikrar yerine geçer. Nitekim Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), “Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, bizim kestiğimizi yerse işte o Müslüman’dır.”(6) buyurmuştur.
İmanda kesinlik esas olduğundan, inanılması gereken hususlardan herhangi birinde şüpheye düşen veya herhangi bir iman esasına inanmakta tereddüt eden kimse mü’min değildir. Kur’an-ı Kerim’in Allah (c.c.) tarafından gönderildiğine inandığı hâlde sure veya ayetlerinden herhangi birinin veya bir ayetin bir bölümünün Allah’ın (c.c.) kelâmı olmayabileceğini düşünen ya da bunda şüphe eden kimsenin imanı geçersiz olur.(7) Örneğin, Fâtiha suresinin veya bir ayetinin Kur’an’dan olduğuna kesin olarak inanmayan kimse mü’min sayılmaz.
İmanın geçerli olması için imanın şartları dediğimiz altı esasın tamamına ayrım yapmadan inanmak şarttır. Bunlardan birini inkâr etmek imanı yok eder. Meselâ, diğer iman esaslarına inandığı hâlde ahiretin varlığını inkâr eden kimse mümin olamaz.(8) Ayrıca, dinden olduğu kesin olarak bilinen inanç, ibadet, ahlak ve toplum hayatıyla ilgili hükümlere de inanmak gerekir. Bunlardan herhangi birini kabul etmeyen kimse mü’min sayılmaz. Allahü Teâlâ, “Onlar, Kur’an’ı bölüp ayıranlardır. Rabb’in hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz.”(9) buyurarak Kur’an-ı Kerim’deki hükümlerin bir kısmına inanmayanları uyarmaktadır. Meselâ, şartlarını taşıyan kimsenin zekâtını vermesi Allahü Teâlâ’nın emridir.(10) Zekâtın farz ve İslâm dininin bir rüknü olduğu hadislerde de açıklanmıştır.(11) Bir kimse, zekâtın farz olduğunu kabul etmese iman etmiş olmaz.
Allahü Teâlâ’nın varlığına, birliğine; Rab, İlâh ve Ma’bûd oluşunda, isim, sıfat ve fiillerinde, emir ve hükmetmesinde ortağının bulunmadığına inanmak imanın gereği olduğu gibi Allah’ın (c.c.) kendine özgü sıfatlarının tamamına inanmak da imanın gereğidir. Bunlardan herhangi birini reddetmek, meselâ, Allahü Teâlâ’nın ezelî ve ebedî olduğunu inkar etmek veya O’nun yaratıcılığını kabul etmeyerek varlıkların kendiliğinden oluştuğunu ya da başka varlık tarafından yaratıldığını iddia etmek imana aykırı olup küfürdür. “O, Allah’ı bırakıp kendisine ne faydası ne de zararı dokunacak şeylere yalvarır. Bu, (haktan) büsbütün uzak olan sapıklığın ta kendisidir.”(12) ayetinde de dikkat çekildiği üzere Allah’tan (c.c.) başkasını ilâh kabul edip ondan yardım beklemek, Allah’tan (c.c.) başkasını ibadete layık görüp ona tapınmak, Allahü Teâlâ’yı herhangi bir varlığa ya da herhangi bir varlığı Allah’a (c.c.) benzetmek veya Allah’a (c.c.) özgü isim veya sıfatları O’ndan başkasına nispet etmek de şirktir.
Tağuta, yani Allah’ın (c.c.) emirlerini reddeden ya da kendisinin tanrı olduğunu iddia eden veya haramı helâl, helâli haram sayıp bunu insanlara kabul ettirmeye çalışan, insanları Allah’ın (c.c.) hükümlerine veya Resûlullah’ın (s.a.v.) kesin emirlerine isyana sevk eden kişi veya kuruma inanıp itaatten, şeytanın iğvalarına bilerek ve isteyerek uymaktan kaçınmak mü’min olmanın şartıdır.(13)
İmanın geçerliliği için dinî hükümlerin tamamının iyi, doğru, hikmetli ve güzel olduğunu kabul etmek, hükümlerde bir değişiklik yapmamak ve her hükmü, Allah’ın (c.c.) ve Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bildirdiği şekilde kabul ve tasdik etmek gerekir. Meselâ, Allahü Teâlâ’nın veya O’nun vahyi ile Hz. Peygamber’in (s.a.v.) helal kıldığını helal, haram kıldığını haram kabul etmek mümin olmanın şartıdır. Çünkü haramı helal veya helali haram sayan kimsenin kâfir olduğu şu ayette açıklanmaktadır: “... Allah’ın haram kıldığının sayısını bozmak ve onun haram kıldığını helal kılmak için (haram ayını) bir yıl helal sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. (Böylece) onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”(14) Buna göre; meselâ faiz, rüşvet, gasp, hırsızlık, zina, sarhoşluk veren maddeler, kumar, leş, domuz eti, mü’min olan bir insanı kasten öldürme, iftira, yalan, hile gibi haramlardan herhangi birini helal-mubah sayan, dinin emrettiği farz ibadetleri gereksiz sayan, bu ibadetleri yasaklayan veya gereksiz ya da suç kabul edip yapılmasını engelleyen kimse iman etmiş olmaz.
Allahü Teâlâ veya Kur’an veya diğer İlâhî Kitapların Allahü Teâlâ’dan vahyedilmiş aslı veya peygamberler ya da melekler hakkında hakaretvârî sözler söylemek, alay etmek; mü’mine kâfir, müşrik veya münafık demek, mü’min olmayana mü’min demek, iman etmeden öldüğü bilinen kimseye Allah’tan (c.c.) rahmet dilemek, Kur’an’ın herhangi bir ayeti veya dinin herhangi bir hükmü ya da ezan, namaz gibi şiarı ile alay etmek veya bunları hafifsemek, gereksiz görmek imanı yok eder. İslâm’dan başka dinin mensuplarına benzemek maksadıyla onlara ait dinî kıyafetleri giymek, takmak; fala veya falcılara inanmak da aynıdır.
İmanı ortadan kaldıran herhangi bir inanışı, kanaati, sözü, tavrı, fiili kalben kabul edip onaylamak, övmek, alkışlamak, desteklemek de küfürdür.
Devam edecek
Dipnotlar
(1) bk. Nahl, 16/106.
(2) Mâide, 5/41.
(3) Hucurât, 49/14.
(4) Buhârî, “Cihad”, 102; Müslim, “İman”, 8; Ebû Dâvûd, “Cihad”, 104.
(5) Nureddin Sâbûnî, Mâturîdiyye Akaidi, 179.
(6) Buhârî, “Salât”, 28; Nesâî, “İman”, 9.
(7) bk. Bakara, 2/85.
(8) Yunus, 10/45.
(9) Hicr, 15/91-93.
(10) bk. Bakara, 2/43, 110; Tevbe, 9/60; Hac, 22/78; Nûr, 24/56; Ahzâb, 33/33; Müçadele, 58/13
(11) Buhârî, “Zekât”, 1, 33, 34, 35, 41, “Sadaka”, 1, 63; Müslim, “İman”, 31; Tirmizî, “Zekât”, 6; Ebû Dâvûd, “Zekât”, 4; Nesâî, “Zekât”, 4, 5, 46; İbn Mâce, “Zekât”, 9
(12) Hac, 22/12.
(13) bk. Nahl, 16/36; A’râf, 7/30.
(14) Tevbe, 9/37.