Yaklaşık üç yıldır haftada bir de olsa burada bir şeyler karalamaya çalışıyorum, dilimin döndüğünde gerçekleri anlatmaya çabalıyorum. İki yıldır ise yaptığı bir şey var, bayramlarda zindanlarda tutsak olan asrın yiğitlerinin seslerini sizlere ulaştırmaya çalışıyorum. Yine bir mektup ve yine ondan. Söz yine onun;
“Sevgili dostum,
Saat gece bir buçuk civarı. Uyuyamıyorum yine. Yalnızım. Kendimi hatıralara veremeyecek kadar yalnız. Hüzün odaya, geceye, sessizliğe hükmediyor neredeyse. Sessizlik zayıf ve narin olduğu için, en küçük bir gürültü dahi onu alt edebiliyor. Sessizlik zayıf, gürültü güçlü… Ama her güçlü kazanacak diye bir şey yok. Öyle olsa, tüm gürültülerin sonunda, ortalığı derin bir sessizlik kaplamazdı. Hücremin daracık sınırları içinde yaşıyorum. Hapishanenin upuzun yüksek duvarlarının, dikenli tellerinin dışında olan her şey bana uzak, ulaşılamayacak bir yerde ve bir anlamda gerçek dışı. Dışarıdaki olaylar, insanlar, normal yaşam masal gibi bir anlam kazandı benim için. Dışarıdaki yaşam, neredeyse başka bir dünyadan bakan ölü bir insana göründüğü gibi görünüyor bana. İlk defa ölümü çok derinden, yüreğimin yanı başında hissediyorum. Bu demir kapılar, sarı duvarlar acaba beni öldürecek mi? Buna cesaret edebilirler mi? Bu mümkün mü? Ürperdim. Kendi kendime gülmeye başladım. Korkuyorum, dedim. Aşkı, sevgiyi yaşayan, başarıyı, kariyeri hedefleyen birinden beklenmedik bir anda ölüme hazırlanan bir insana dönüşüverdim. Artık, yerli yerine oturttuğumu sandığım tüm parçaları tekrar gözden geçirmem gerekiyor. İnanç, aşk, arzu, başarı, aile, yuva, hasret, ölüm korkusu, mutluluk… Bütün bu kavramları yeniden düşünmem gerekiyor. Evet, bugünlerde kendimi ölüme yakın hissediyorum ama henüz ölmek istemiyorum.
İnsanın kayıp olmuşluğunu bulduğu bir ortamdayım. Kafamın içinde kimi düşünceler, sessizliği oluşturmaya çalışırken, huzuru ararken, kimi kendini bilmez düşünceler de, bir karmaşaya, bir hüzne yol açmaya çalışıyor. Kendimi buradan, bu ortamdan kopartmak, bir bulut gibi yükselip uzaklaşmak, dışarıdaki hayatın koşuşturmacasına karışmak ve buradan çok uzaklarda bir yerde ailemle birlikte yaşamak istiyorum. Ama buradayım. Sarı duvarlar ve kahverengi demir kapılar arasında. Öyle uçup gitmek yok. Bu gece, bu sessizlikten başka gerçeklik yok.
İçimde kocaman bir hasret var, Canan’ıma, canımdan birer parça evlatlarıma. Bu hasret hapishanenin duvarlarının çok ötesinde, aynı zamanda bağrımın ta içinde. Şuan ki halimi ve yaşadıklarımı düşününce çirkin bir tırtılın sabırla bekleyerek muhteşem ve rengârenk bir kelebeğe dönüşmesini hatırladım. Kozasından çıkan tırtıl zamanla büyüyüp, gösterişli bir kelebeğe dönüşür. Küçük tırtıl büyüyüp kelebek olduktan sonra kırlarda uçuşur ve çiçeklere konuk olmaya başlar.
Bir tırtıl bir gün kelebek olacağının farkında olmadan, sürünerek hayat yolculuğunda santim santim yol alır. Dünyada bir hiç denecek kadar küçük de olsa, halinden memnundur. Sürünerek yaşıyor da olsa isyanı yoktur. Gözleri bir gün hayallerine ulaşabileceği umuduyla ışıl ışıldır. Tırtılı böylesine mutlu ve umutlu yapan tek hayali kozadan çıkmak ve uçmaktır. Yaşadığım hücrede beni de böylesine mutlu ve umutlu yapan, bana bu satırları yazdıran tek hayalim, bu hücreden çıkmak, özgürlüğüme, çocuklarıma, eşime ve tüm aileme kavuşmaktır. Tırtıl misali, gün gün özgürlüğüme yol aldığıma inanıyorum. Yaşadıklarıma isyan etmiyorum.
Uyuyamıyorum bir türlü. İlgi gibi, şefkat gibi dokunuyor gece. Yok gibi. Bir boşluğa bırakılmış gibi gece. Hemen gelmesi beklenen ama bir türlü gelemeyen özgürlük gibi gece…Her şeyi geride bırakıp bir hücrede yaşamak zorunda kalmak… Pek de kolay sayılmaz. Nitekim geride bıraktığım eşimi ve çocuklarımı daha şimdiden çok özledim. Ben geceye derdimi açarken, onlar şimdi yumuşacık yastığa baş koymuş, bebekler gibi uyuyorlardır muhtemelen. İnsan elindekilerin değerini kaybedince anlıyor. Sağlığının değerini hastalanınca anladığı gibi… Kaybettiğim, yitirdiğim, değerini sonradan, bu hücreye atılınca anladığım her şey gibi gece.
Nefes almanın değerini astım hastasına, rahat yürümenin değerini ayağı kırılana, görmenin değerini kör birine, duymanın değerini sağır birine, özgürlüğün değerini dört duvar arasında yaşamak zorunda kalan birine sormak gibi gece…
Kenara çekilmiş bir ömür gibi gece. Dışarıdaki kargaşanın durup sakinleşmesini, içine girmemesini bekler gibi gece. Muhtemelen dışarıda pırıl pırıl yıldızlar ortaya çıkmıştır. Oysa benim için ne gökyüzü var ne de yıldızlar. Sadece sessizlik ve sessizliğin sağır edici sesi…
Gündüze daha güçlü, daha kuvvetli, daha huzurlu çıkmanın hazırlık zamanı gece…
Sanki bir bulut misali üstüme çökmüş gibi gece…
Bu gece kendimi kırkını devirmiş bir çınar gibi hissediyorum. Hayalleri kabuk bağlamış, gövdesi, duruşu ihtişamını kaybetmiş, dallarının bir ucu evinde eşinin ve çocuklarının yanında, bir ucu hapishane hücresinde, içten içe çürüyen bir çınar.
Dudaklarıma kondurulmuş masum bir buse gibi gece…Dalgın dalgın yürümek gibi, kendini toprağa bırakmak, toprakla kucaklaşmak gibi gece…
Okuduğum bir hikâye geldi aklıma;
Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen bir yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, bakalım neler olacak diye, kendisi de pencereye oturmuş. Sabahtan öğlene kadar, ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer gelmişler. Hepsi de kayanın etrafından dolaşıp saraya girmişler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirmiş.
- “Halktan bu kadar vergi alıyor ama yolları temiz tutamıyor.”
Sonunda bir köylü çıkagelmiş. Saraya meyve, sebze getiriyormuş. Sırtındaki küfeyi yere indirmiş, iki eli ile kayaya sarılmış ve ıkına ıkına itmeye başlamış. Sonunda kan ter içinde kalmış ama kayayı da yolun kenarına çekmeyi başarmış. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereymiş ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu görmüş. Keseyi açmış, içi altın doluymuş. Bir de kralın notu varmış içinde. Kral, bu altınlar kayayı yolun ortasından çeken kişiye ait diyormuş.
Bu hikâye, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders verdi bana. Her engel yaşam koşullarımızı biraz daha iyileştirecek bir fırsattır.
Bir sürü doğal duygu hissediyorum. Dinginlikle coşku arasında gidip geliyor ruhum.
Çabalıyorum ama bir huzur hali oluşturamıyorum yüreğimde. Kendini bilmez düşünceler, zihnimde kargaşaya, hüzne yol açmaya çalışıyor.
- “Belki o engeli hiç aşamayacaksın, eşine, çocuklarına hiç kavuşamayacaksın, özgürlüğünü sana hiç geri vermeyecekler. Seni buraya tıkarken yüzüne bakabildiler mi, gözünün içine baktılar mı, seni anlamaya çalıştılar mı? Hayır. Belki yargılarken de gözünün içine bakmadan, oldubittiye getirip suçlusun diyecekler” diyor.
Düşüncelerimi kontrol etmekte sorun yaşıyorum, zaman zaman hüznüm beni esir alıyor, şimdiyi yaşamakta zorlanıyorum, üzerimde çok fazla yük varmış gibi hissediyorum. Yenilgiyi kabul ediyorum. Düşüncelerimin yönü karamsarlığa doğru dönüyor, gözlerim sulanıyor ve ağlamaya başlıyorum. Gözyaşlarımdan birer inci kolye yapmak istiyorum, yüreğimin içi eşime, beni benden çok düşünen anneme ve minik prensesim kızıma. Ailemi hatırlayınca birden kendimi toparlıyor, coşuyor, içimden, “bizi bekleyen güzel günler var, hayat bir kapıyı, başka bir kapıyı açmadan kapatmaz”, diye bağırıyorum. Sesimin yankıları içimde büyüyor ve beni yüreklendiriyor.
“Peki, ama ya bana bu haksızlıkları yapanlar için ne düşünmeliyim?” diye soruyorum kendime. “Bana reva görülen haksızlığın hesabını kimden sormalıyım?”
“Hayır, hayır, onlara hayatımın en büyük teşekkürünü edip, hesabı bütün mazlumlar gibi, Hesap Gününün Sahibine havale etmeliyim” diye yanıt veriyorum, yüzüme yayılmış geniş bir gülümsemeyle.
Sonra daha gür bir sesle, beni buraya atanlarla, atılmama vesile olanlara meydan okuyor ve onlara hayatım boyunca ettiğim en büyük teşekkürümü gönderiyorum:
Yolumda taş olup, engel olup düşmeme, sonrasında daha güçlü bir şekilde ayağa kalkmama, bu gücü içimde hissetmeme, gözümde yaşlarla, hayal kırıklığıyla insanlığı sorgulamama, sonrasında kendi insanlığımla gurur duymama, kalbimde kırıklarla, yaralarla insanlara güvenimi kaybetmeme, sonrasında daha güçlü bir şekilde iyiliğe ve sevgiye inanmama sebep olan herkese teşekkürler. Sizler kalbinizin karanlığını etrafınıza saçarken, ben doğruyu, dürüstlüğü, sevgiyi seçtim, yanınızdan geldim ve geçtim.
Hemen olumsuz düşünceleri kovup, kendime nasihat etmeye başlıyorum.
Çamaşırı temizlemek için önce suya batırır, ıslatırız. Sonra kuruturuz. Kurutacağımız bir şeyi niye ıslatıyoruz? Niçin böyle bir temizlik yapma yoluna giriyoruz? Çünkü başka türlü temizlenmiyor da ondan. O halde Allah bizi sırf kuru tutsa, temizlenemeyiz. Bazen ıslatır. Yani bazen acılarla, ıstıraplarla, kötü muamelelere ve iftiralara maruz bıraktırarak terbiye eder.
Bu yüzden O’ndan gelen her şeyi güzel karşılayacak ve eğilmeyeceksin. Uzun, çamurlu, engelli dünya yolunda hep dik durmaya çalışacaksın. Ayağın takılıp düşsen bile, üzerine, paçalarına çamurlar sıçrasa bile, çamura yatmayacaksın. Düştüğün yerden yeniden kalkıp uzun yürüyüşüne devam edeceksin.
Bu dünyada milyarlarca insan yaşadı. Çok kısa bir zaman için buradasın. Ondan sonra gideceksin. Hayatın elinin altından kayıp gidiyor. Hayat kısa. Hayatını umutsuzluk içinde, kendine acıyarak ve şikâyet ederek geçirmeyeceksin. Elinden gelenin en iyisini yapacak ve hayata inanacaksın. Ve elbette Rabbin ile bağını sıkı tutacak, adına dua dediğimiz O’nunla konuşmaları asla terk etmeyeceksin.
Belki bir süre zorlanacaksın ama alışacaksın. Bu yaşadığın sıkıntıların kahrına dayanabilin mi, elbette sefasına da ulaşacaksın. Sen hele bir niyet et, kendini tanımaya, eksiklerini gidermeye, içinde huzurlu olmaya bak, emin ol, sonrasında Rabbin elinden tutacak ve seni karanlığın sonundaki ışığa ulaştıracaktır. Tüm bu gürültünün, etrafımda olup biten karmaşanın sonunda, geniş bir sessizlik, büyük bir huzur beni bekliyor olmalı. Yapmam gereken sadece bu gürültüye teslim olmamak.
Dışarıda olup biten her şey, yani gürültü bitene, hukuk, adalet, huzur yani sessizlik gelinceye kadar, kendimi yine bana ait iç seslerimle meşgul etmek. Evet, yapmam gereken bu. “