İSLAMIN SİYASALLAŞMASI VE SİYASAL İSLAM
Önceki yazıların kısa bir özetini yapacak olursak; müslümanların devletle olan ilişkisi, tarihsel süreç içerisinde evrilerek İslam'dan uzak bir hal almaya başladığı anlaşılmaktadır. Güç, iktidar ve popülizm, müslümanların zaman içerisinde siyasi yöntem ve tutumlarını değiştirdiği gibi İslam'la olan münasebetlerini de etkilemişe benziyor. Bu sebepledir ki maalesef İslami bir devletin pratikteki hali çoğunlukta eksiktir (Asrı Saadet ve Hulefa-İ Raşidin dönemi hariç). Bu ideal, ideal bir demokrasi uygulamasının çoğunlukta eksik olduğu gibi eksiktir. Adı ister İslam, ister laiklik ve ister başka bir şey olsun, dinin siyasete alet ve malzeme edilmesi, ve siyasetin de dinin alanına karışıp din âlimlerinin siyasete müdahale etmesi her zaman mahsurlu sonuçlarla neticelenmiştir.
Günümüzde ise İslami bir devlet olma konusundaki hemen hemen bütün girişimlerin başarısız olduğu görülüyor. Son asırlarda, ''İslam devleti'' olma iddiasındaki örneklerin büyük kısmı olumsuz akıbete uğramakla kalmadılar; İslam'ın imajına da büyük zarar verdiler. Peki, ama evrensel insan hakları idealine bu kadar yakın bir din olan İslam'ın siyasi denemeleri neden hep başarısız oluyor? İletişim ve eğitimin bu kadar mümkün olduğu bir dünyada müslümanlar İslam'dan kopuk mu yaşıyorlar?
Bu sorunun cevabı kısmen evet; yani maalesef müslümanların İslam'ı anladıkları çok da söylenemez. Ama çağımıza bakan yönüyle asıl problem İslam'ın, müntesipleri tarafından bir dinden ziyade bir ideoloji olarak ele alınmasıdır. İdeolojik İslam'ın ''sahibi'' olarak nitelendirebileceğimiz Siyasal İslam'ın çıkmazı, İslam'ı, modern akım ve düşüncelerle kıyaslayıp ve yine İslam'ı bir ideoloji düzeyine indirmesidir. Oysa İslam, tarihsel olarak, modernleşme ve sosyal farklılaşma sürecinde ortaya çıkan liberalizm, sosyalizm, milliyetçilik gibi bir siyasi ideoloji değildir. Geçiş sürecinde dış dünyaya açılan kapıdan modernleşmenin ürünü olan batılı ideolojiler de girmeye başladı. Bu dönemde ''İslamcılık'', toplumun yerleşik dünya görüşüne istinaden geliştirilen modern siyasi ideolojilerden biri olarak ortaya çıktı.
Siyasi ideoloji olarak ''İslamcılık'', müslüman aydınların, modern batı dünyasının üstünlüğüne ve meydan okumalarına kendi kaynaklarına dayanarak karşı koyma çabasının ürünü olarak doğdu. Bu dönemde, şu anda kendisi de siyasal İslamcı bir hükümetin önemli bir destekçisi olan Şükrü Karatepe'nin de ifadesiyle; İslam, tarihinde görülmemiş ölçüde siyasallaştırılarak, modern toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek bir ideolojiye dönüştürüldü. Başlangıçta İslamcılar, siyasette müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı arttırarak sömürgecilere karşı direnme gücü oluşturmak amacıyla ''İslam Birliği'' düşüncesine ağırlık verdiler. Onlar öyle inanıyorlardı ki; Müslümanların güçlü oldukları dönemlerde, düşüncelerinde ve siyasetlerinde birlik vardı. Yeniden güçlenebilmek için de yine aynı düşünce ve siyasetleri benimsemeleri gerekiyordu. Bu maksatla, İslam birliği politikasının öncülerinden Cemalettin Afgani, İslam başkentlerini dolaşarak yönetici ve aydınlara birlik olmanın önemini anlattı.
Fakat gördük ki bu çalışmalar hep hüsranla neticelendi. Çünkü defalarca tecrübe edildi ki; yine Karatepe'nin ifadesiyle, dini bir inanç sistemi, belli sosyo-ekonomik, siyasi taleplerle ve toplumu yönetme iddiasıyla ortaya çıkarsa, din ideolojik bir renk ve fonksiyon kazanır. Bir dini inancın taraftarları, toplumu dini kurallardan oluşan bir programla yönetmek isteyince de din ideolojiye dönüşür. Çünkü İnanç unsuru, siyasette en önemli meşrulaştırma aracıdır. Siyasi ideoloji inanca dönüşürse, ya da ideoloji dini inanca dayanırsa, mensuplarını siyasi amaçlar uğrunda harekete geçirmek kolaylaşır. Mesela bu konuda siyasal İslam'ın Türkiye'deki en önemli kesimlerinden birisi olan Milli Görüş ve Milli Görüşün de önemli ideologlarından biri olan Ahmet Akgül ''İslam ve Demokrasi'' isimli kitabında cihat etmeyi veya dine hizmet etmeyi siyasete indirgeyip, bu manada devleti ele geçirerek, dini, devlet eliyle uygulayıp yaygınlaştırmayı ''siyasi cihat'' olarak ifade eder.
Meseleye buradan bakıldığında, İslam'ın diğer ideolojilerden bir farkı kalmadığı görülür. Çünkü devlet, toplumda reform yapmak isteyen dini veya ideolojik tüm güçler için çekici bir hedeftir. Neticede devletin ele geçirilmesiyle, hedeflenen değerlerin toplum içerisinde uygulanmasına yönelik ikna edici veya baskıcı araçları ele geçirilmesi sağlanmış olur. Bu durumu yalnızca dini nitelikte düşünmek doğru olmaz. Örneğin leninistler, devletin ele geçirilmesini, siyasi, ekonomik ve sosyal bir komünizmin uygulanabilmesinin vazgeçilmez ortak bir önkoşulu olarak görmüşlerdi.
Devletin gücü ve amaçları dinin bağımsız bir rol oynamasına izin vermez. Burada dinin yozlaşması açısından en büyük tuzak ve en büyük bela güçtür: din, devletin gücüyle ne kadar yakın ilişki içerisine girerse, akıl ile ruhun alanından da bir o kadar uzaklaşarak siyasetin alanına girer. devlet gücüne ve otoritesine ilişkin doğrudan anlamlar taşıyarak yapar bunu. Bu durumda devletle din arasında fark kalmaz. Devletin resmi inançları ile öğretilerine karşı çıkıldığında devletin otoritesine de karşı çıkılmış olur ve devlet de buna iyi niyetli bakamaz. Tarih boyunca çeşitli devlet güçleri ile sıkı ilişkiler içerisinde bulunmuş olan İslam, bu sıkıntıyı bugün de yaşamaya devam etmektedir. Halifelerin tahta çıkış şekilleri ve kendilerini meşrulaştırmaya yönelik yaptıkları baskılar, bu konuda potansiyel yönetici ve yönetici adaylarının potansiyeline ve neler yapabileceklerine dair önemli ipucular verir. Bu da, günümüzdeki reel politiğin çirkefliğinin tarihçesini anlamamıza yardımcı olabilir.
İnsanoğlunun, dini kendi siyasi veya ticari amaçlarına göre kullanabilme becerisi, kişisel inancın, bireyin yaşamını, felsefesini ve davranışlarını, dolayısıyla bütün toplumun davranışlarını şekillendirmesine yardım eden derin manevi gücünü azaltmamalıdır. El-Kındi'nin önemli bir tespitindeki ifadesiyle: 'Amaçları riyaset ve din tacirliği olanlardaki haset kiri ve düşünce ufuklarını kapayan karanlık, gerçeğin nurunu görmelerini engeller. Saldırgan ve zalim düşman durumunda olan bunlar, haksız yere işgal ettikleri kürsüleri korumak için elde edemedikleri ve çok uzağında bulundukları insani erdemlere sahip olanları aşağılarlar. Amaçları din tacirliği ve riyasettir, oysa kendileri dinden yoksundur. Çünkü bir şeyin ticaretini yapan, onu satar, sattığı ise artık kendisinin değildir.
Hâsılı; Siyasetin doğası gereği, devletin nihai amacı dini benimseyip öne getirerek onu devletin dini haline getirmektir. G. Fuller'in çarpıcı şekilde tespit ettiği gibi, devletle ilişki içerisine girdiği anda dinin öğretileri veya teoloji, artık devletinin itibarı, gücü ve nüfuzu ile ilintili hale gelir. Söz konusu din Yahudilik, Hıristiyanlık veya İslam da olabilir; bunun hiçbir önemi yoktur. Çünkü bu noktada öğretiler üzerindeki anlaşmazlıklar teolojik bir olgu olmaktan çıkarak ciddi siyasi anlamlar taşımaya başlar. Devletin egemenliğindeki ideolojiden ayrılanlara sapkın damgası vurulur, hatta bu tür farklılıklar vatan hainliği noktasına bile taşınır.
Müslüman toplumların bu durumlara düşmelerinden İslamiyet'i sorumlu tutamayacağımız gibi tarihi ve geleneği de tek başına sorumlu tutamayız. Sorumlu aranacaksa bu, müslüman insanın kendisidir. Şu halde mesele, bizim varlığı, dünyayı, hayatı ve tarihi ve dolayısı ile dini nasıl kavradığımızla ilgili bir meseledir. Çünkü Abdulkerim Suruş'un da belirttiği gibi; ''dinin veya vahyin kuran ve hadis kaynaklarında ifade edilmiş olan hakikatleri değişmez; ama dini anlayışlar değişir. Çünkü bizim din anlayışımız, bizim dinden ne anladığımız, okuma biçimimiz, yorumumuz, tefsir ve içtihadımızdır.'' bu bakımdan ''Siyasi İslam'a'', yani dini devletin eline vererek dinin siyasallaşmasına karşı çıkmak başkadır, İslami bir yönetimin olamayacağını iddia etmek daha başkadır. İslam dindir, fıtrattır, asıl olandır, kuşatıcıdır. Gaye kulluktur ve yaratıcının hoşnutluğudur, o da tek yolla elde edilemez. Dolayısı ile müslümanlar tek tip değildir, olmamalıdır
Siyaset ve yönetim müslümanlara yönelik değil, tüm insanlara yöneliktir ve dolayısıyla dini olmaktan ziyade dünyevidir. Bu dünyaya aittir. Gaye olamaz, aslın yerine geçemez. Tarihte ve bugün müslümanların başına gelenleri biraz da bu açıdan değerlendirmek gerekir. M. Foucault'un bu konuda çarpıcı bulduğum bir sözüyle yazı dizisine son vermiş olalım: ''Hakikati, kendi tekelinde bulundurduğunu iddia eden bir siyasi sistemden daha tehlikeli bir şey yoktur''
Mevlüt KARAKAPLAN
@mevlutkk13