Henüz 6. sınıfta iken karar vermiştim öğretmen olmaya. Yıllar sonra gerçekten öğretmen oldum ve sevdiğim mesleği yapmaya başladım. Ama okul idaresi, öğretmen odası davranışları, öğretmen arkadaşların sığ ve gereksiz konuşmaları beni üniversitede öğretim elemanı olmaya yönlendirdi. Önceleri doktoram bitse bile lise'yi bırakmayı düşünmüyordum ama şartlar beni zorluyordu, belki daha 'entelektüel' insanlar bulurum diye üniversiteye geçmeyi düşünüyordum. Nitekim, bu hedefime öğretmenliğe başladıktan 4 sene sonra ulaştım. Anlayacağınız ortaöğretimdeki öğretmenliğe en fazla 4 yıl dayanabildim.
Üniversitede göreve başlayınca şartların değişmesinden dolayı bazı şeylerin değişeceğini bekliyordum ama nafile beklemişim. Çalıştığım kurum tam bir 'şişman lise' imiş meğer. Öyle ki bir gün odamda telefonum çaldı, arayan bir 'öğrenci annesi' idi. Bana çocuğunun ortaokul ve lise yıllarında matematiğinin çok iyi olduğunu anlattı, vize sınavından düşük almış ve final sınavından da düşük alırsa dersten kalacakmış ve tatile gidecekleri için bütünlemeye gelmelerinin imkanı yokmuş. Neler yapılabileceğini sordu... Ben de öğrencinin çok çalışması gerektiğini söyledim. Bir de aradığı yerin bir üniversite olduğunu ve öğrencinin yeteri kadar büyümüş olduğunu ve lise öğrencisi muamelesi yapılmaması gerektiğini anlattım kendisine. Sinirlendiğini belli etti ve telefonu kapattı. İkinci dönem bu 'annemiz' okulda bizatihi oğlunun dersine giren bütün hocaları ben de dahil ziyaret etmişti. Yani anlayacağınız ülkemizde üniversitelerimiz büyük çoğunluk ile 'şişman lise' imiş.
Bu yazının asıl konusu bu değil, asıl konumuz 'ödev vermek' ve 'öğrencilerin ödev yapma saçmalığı' ve sonuçta 'kes yapıştır anlayışı'dır. Baktık ki öğrenciler sınavlardan dökülüyorlar ve dersi geçme oranı sıfıra yakın, o zaman dekanlığımız dahiyane bir çözüm ile öğrencilerin geçme notuna %15 etki edecek şekilde ödev verilmesine karar verdi. Uzun yıllar yurtdışında öğrencilere ödevler vermiş ve gelen ödevlerden çok şeyler öğrenmiş birisi olarak bu durum benim de hoşuma gitti doğrusu. Sonuçta, farklı konularda değişik fikirlerin yazılacağı güzel ödevler okumayı hayal etmiştim. Hemen 15 kadar orijinal ödev konusu tespit ettim, tespit ettiklerim arasında mesela "Savaş geometrisi" hakkında sorular da vardı, daha bilindik "Taylor serileri" de vardı. Uzun lafın kısası ödevler için 6 hafta süre verdim, her öğrencinin benimle görüşmesi için görüşme saatlerini bildirdim ve beklemeye başladım.
Ödevlerin yarısından fazlası 6 hafta sonunda gelmedi, okul kapanmadan bir gün evvel ödevini getiren öğrenci bile oldu. Gelen ödevlerin hepsi -bakın istinasız hepsi- kes yapıştır usulü ile internetten apartılmış ödevlerdi; intihal yani. Sadece üç öğrenci ödevin başına kendi cümleleriyle bir giriş yazmışlardı. Hiçbir ödevde basit araştırma yöntemleri dahi takip edilmemişti. Ödevlerin referans kısımları herhangi bir kurala göre yazılmamış hatta bazı öğrenciler kopya çektikleri kaynağı bile referansa yazmamışlardı. Üç dört ödevde aşırı derecede imla hatası vardı. Mesela üç kelime bitişik yazılmıştı. Sonuç olarak, ödev vermeyi ve okumayı seven biri olarak "ödev vermekten nefret ettim" ve bir daha öğrencilere ödev vermedim.
Ödev vermekten nefret ettim, çünkü:
1. Zamanında Teslim: Öğrenciler ödevlerini zamanında getirmeyerek benim iş yükümü arttırdılar ve çalışma senkronizasyonumu bozdular. Zamanında gelmeyen ödevlerden puan kırmış olsanız bile zaten zahmet çekilmeden yapılan ödev olduğu için bu öğrencilerin pek umurlarında olmadı. Öğrencileri ayırdığım görüşme saatlerini sadece 4 öğrenci kullandı.
2. İntihal-Kopya: Akademinin düşmanı olan intihal bu tür öğrenci ödevlerinde sıkça karşıma çıktı. Zaten hoca kontrol etmez mantığından hareket ettikleri için internetten buldukları metinleri hiç çekinmeden önüme getirebildiler. Hatta aynı metni farklı sınıftaki iki öğrenci ödev diye verdi ve savunmalarında beraber çalıştıklarını söylediler. Ben de çaldıkları metnin orijinal kaynağını gösterince diyecek bir şeyleri kalmadı ama kıymeti yok tabii ki.
3. Özgüven Sorunu: Öğrencilerde özgüven sorunu olduğu kanaatine vardım. Birkaç ödev konusunu araştırınca aynı başlıkta makaleler internette çıkmıyordu. O öğrenciler panik yapmışlar ve ders çıkışı bana ne yapacaklarını sormuşlardı. Bende 10 tane benzer makale okuyun, ve ödev konusuna göre yorumlayın demiştim. O kadar kendilerine güvenmemiş olacaklar ki yorum yapmak yerine internetten buldukları ve ödev konusuna yakın olduğunu düşündükleri birer makalenin çıktısını almışlar, yazarın ismi yerine kendi isimlerini yazmışlar ve bana getirmişlerdi.
4. Öğrendiklerini Uygulamama: Bu öğrencilerin büyük çoğunluğu bir yıl hazırlık okudukları sırada 'nasıl araştırma yapılır' konulu ders almışlardı. Orada araştırma yapma ve yazım kurallarını öğrenmişler, fakat önüme gelen ödevlerde bu kuralların hiçbirini uygulamamışlardı. Zaten ödevler kopya çekilmiş olmasına rağmen ufak tefek mizanpaj değişikliklerini bile yapmamışlardı. Bir öğrenciye, ''dersi aldınız niye kuralları uygulamadınız'' diye sordum, o da "Hocam, biz o kuralların böyle ödevler için uygulanması gerektiğini öğrenmedik ki, o dersti aldık, geçtik, bitti" demişti. Aslında bu cümlesi ile koskoca bir eğitim sisteminin en büyük problemini dile getirdi ama bundan maalesef kendisinin bile haberi yoktu.
5. Dikkatsizlik ve Özensizlik: Gelen birkaç ödev o kadar özensiz hazırlanmıştı ki şaşarsınız. Öğrenci pdf formatındaki dökümanı docx formatına nasıl çevirmesi gerektiğini bilmiyor olacak ki pdf'den doğrudan kopyala-yapıştır yapmış. Bilenler bilir, bu durumda bazı kelimeler bitişik çıkar, bazı karakterlerse -özellikle matematik karakterleri- tam çıkmaz vs. Yani böyle yaparsanız kopyaladığınız dokümanı baştan sona tekrar satır satır gözden geçirmeniz ve düzeltme yapmanız gerekir. Öğrencimiz yaklaşık olarak 15 sayfalık böyle bir dokümanı pek de önemsemediği için aynen bana getirmiş. Ben ödevi görünce durumu anladım ve öğrenciye 'en azından birinci sayfasını düzeltseydin' dedim.
Daha başkaca önemli problemlerde vardı ama şimdilik bu kadar yeterli. Durum bu olunca benim canım sıkıldı ve soluğu dekanlıkta aldım. Durumu izah ettim ve bu öğrencilerin yönetmelik gereği disipline verilmesi gerektiğini söyledim. Yetkili kişi bütün sınıfın disiplinlik olduğunu öğrenince önce yan çizmek istedi, ısrar edince 'dilekçe yazın' dedi. Yazdım verdim dilekçeyi. Üzerinden iki seneden fazla bir süre geçmiş olmasına rağmen ne bana bilgi verildi, ne de öğrencilerin bir disiplin cezası aldığını duydum. Dilekçenin akıbetini sorduğum zaman yönetim kurulunun gündeminde olduğu söyleniyor şu sıralar. Aslında yönetmelik bu konuda çok açık ama yapacak bir şey yok. Beni esas üzen yetkili kişilerin bu tür hırsızlıklara duyarsız kalmaları.
İşte yukarıda açıkladığım ve açıklamadığım birkaç sebepten dolayı ve en kötüsü, akademik namusu korumaları gereken yetkililerin umursamaz tavırlarından dolayı ben öğrencilere ödev vermekten nefret ettim.
Sonuç olarak bu sene mezun olacak makine mühendisliği öğrencilerinin sanayide tamirci bile olabileceklerini düşünmüyorum doğrusu. Benim arabamı onlar tamir etmesinler, güvenmiyorum. Yapacakları ve tasarlayacakları makineler insanı yolda bırakır diye düşünüyorum. Mimarlık mezunlarının da yapacakları evler Allah korusun ufak bir sarsıntıda yıkılır, malzemeden çalma ihtimali var. Onların planını çizdiği bir evde oturmak bana nasip olmasın. Ben bunları öğrencilere de söylemiş olduğum için burada yazmakta bir beis görmedim. Her iki grup öğrencinin karşılarına çıkabilecek bir probleme akılcı ve orijinal bir çözüm bulabileceklerine yönelik kanaatim maalesef zayıf. (Not: Bu iki grup öğrenci toplamda 150 kişi kadarlar, içlerinde 3-4 öğrenciyi tenzih ederim.) Bu öğrencilerden kaynaklı mezuniyet sonrası çıkabilecek problemlerde zamanında ilgili disiplin maddesini işletmeyip gerekli cezayı vermeyen yetkili şahısların da payı vardır. Sorumluluğun diğer tarafı da üniversitede olsa bile sanki lisedeymiş gibi çocuklarına davranan ailelerde. Hocalarımızı arayıp iltimas istemek yerine çocuklarına özgüven öğretmiş olsalardı öğretmenlerimiz üzerindeki yükü hafifletmiş olacaklardı.