Yolumuz; Rabbimizin Fatiha-i şerifede ifade buyurdukları ‘Sırat-ı Müstakim ve Sünnet-i Resulüllahtır. Aynı zamanda; acz, fakr, şefkat ve tefekkür yoludur. Hz. Üstad’ın tarif edip tavsiye ve irşat buyurdukları cadde-i Kur’aniye ve nuraniyedir.
İnsan, İman erkânını hazm-ı nefs edip, tarîk-ı velâyetle marziyyât-ı ilahiyeye; ruhunu, kalbini ve aklını kilitleyip muhtaç olanlara, yanılmaz ve yanıltmaz, cin ve ins’e mürsel, nebiyyi efham, pek yüce ve şerefli Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) mesleğini, yolunu takip edip, o yolun hakikatlerini muhtaç olanlara duyurmaktır.
Bize emanet olarak verilen hayatın ne zaman alınacağı meçhuldür. Önemli olan tereddütsüz bu emaneti, mülkün sahibine tevdi etmeye ve huzurunda mahcup olmayacak şekilde hazırlıklı olmaya çalışmaktır.
Bu dâvâya gönül veren her mü’minin bu şuurla hareket ettiğinde şüphemiz yoktur ama, yine de hatırlatmakta fayda vardır. Binaenaleyh, bilindiği gibi Allah kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemiyor ve Bakara Suresinin son ayetinde şu duaları kullarına talim buyuruyor.
“…Ya Rabbenâ! Bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme!
Ya Rabbenâ! Takat getiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü, sorumlu tutma!...”
Bizler aczimizi, zâfımızı Rabbimize karşı arz edip, ehl-i imana şefkatle, merhametle yaklaşmak, derin bir tefekkür, murâkabe ve muhâsebede bulunarak, zerresinden hesap vereceğimiz büyük mahkemeye ve hâkimler Hâkimi Allah huzurunda hesap vermeye her an hazır olmalıyız.
Bizi bize sormadan yaratan Rabbimize, rehber olarak tayin buyurduğu hatemennebiye (sav) imanımızın gereği olarak, ne yapmamız gerekiyorsa, her insan kendine terettüp eden sorumluluğun hakkını vererek, vazifesini ifa etmesi gerekmektedir.
Yardım edip himaye edenimiz, destekleyip koruyanımız Allah’tır. Bütün desiseleri bertaraf ederek, hâlis, sâfi ve samimi bir niyetle, aşk ve şevkle hizmet-i imaniye ve Kur’aniye-ye Allah’ın verdiği imkanlar ölçüsünde, imanımızın kurtulması yolunda böylesine şerefli bir hizmette emanetini alacağı ana kadar, Allah’a ve Resulüllah’a biat saydığımız bu hizmet yolunda başımızı kabre koymaya çalışmalıyız.
Mü’minler, Hz. Ademle (as) başlayıp Efendimizle (sav) noktalanan bu peygamberler yolunun varisleri olarak, sebeplerde kusur yapmama kaydıyla, her türlü zorluklara sabredip engellere takılmadan, nebiler sultanının bu emanetini, yere düşürmeden omuzunda taşımakla mükelleftirler.
Bu dâvâya samîmi, gönülden sâhip çıkıp hizmet veren kullarını, Cenab-ı Hak zâyi etmeyeceğinden ve muhafaza edeceğinden insan-ı kâmil hiçbir mü’minin şüphesi yoktur. Allah’ın insan olarak yarattığı her insana dinin ve hizmetin kapısı açık olduğu gibi, samimiyet ve ihlasla kim de O’nun davasına, dinine sahip çıkarsa, Allah da onlara sahip çıkacak ve onların yüklerini hafifletecektir. Böyle bir cevhere sahip çıkacak hayr-ül halef nesillerin mevcudiyeti iftihar vesilemiz olur.
Hz. Üstad, “Bu Kur’an ve iman hizmeti olan hazineyi omuzlarında taşıyanlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnettar olur, şükrederler.” Dedikten sonra, “Sakın sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız, tenkit edilecek hâriç dâirede çok şeyler var” buyuruyor.
“Allah’a ve Resulüne itaat edin, sakın birbirinizle ihtilaf etmeyin; sonra korkuya kapılıp za’fa düşersiniz, rüzgârınız (kuvvetiniz) gider. Bir de tam mânasıyla sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal Suresi-46)
Varsa eksik kusur, makul yollarla, nezâket kurallarını koruyarak, gerçek doğrular teklif edilmek suretiyle tamir edilebilir. Allah’a ve Resulüllah’a itaat, büyüklere saygı, küçüklere de şefkat zayi edilmemeli, aradaki sevgi bağının koparılmaması mevzuunda hassasiyet gösterilmelidir.
Her şeyi yaratıp hizmetimize veren Allah (cc) buyuruyor ki; “Haydi siz akşama girerken, sabaha çıkarken Allah’ı takdis ve tenzih edin, namaz kılın! Göklerde ve yerde hamd, güzel övgü O’na mahsustur. İkindi vaktinde de, öğleye girerken de, O’nu takdis ve tenzih edin, namaz kılın! O, ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır ve ölmüş toprağa hayat verir. İşte siz de öldükten sonra böylece diriltileceksiniz. O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de: Kendilerine ısınmanız için, size içinizden eşler yaratması, birbirinize karşı sevgi ve şefkat var etmesidir. Elbette bunda, düşünen kimseler için ibretler vardır. O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de: Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olmasıdır. Elbette bunda bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır." (Rum Suresi 17-22).
Kur’ân-ı mu’ciz-ül beyanın muhtelif yerlerinde, bu ve benzer Allah’ın kudretine delil saydığı gerçeklere dikkatlerimizi çekmekte, derin tefekkür ve tezekküre davet etmektedir.
Bu dâvetlere kulak verip yaratılış çizgimizde üzerimize düşeni yapmak, neticeyi O’na bırakmak gerekiyor. Kalplere îmânı ve sevgiyi koyan, istikamet üzere hakkı temsil etme fırsat ve imkanını veren Allah’tır(cc). Çatlayıp parçalansak bile, bir insanın kalbine ne iman ve ne de sevgi koymada başarılı olamayız.
Bizler gizli açık her şeyi bilen, gören, her şeyin kirâmen kâtibin tarafından kayıt altına alındığına inanan ve bunların bir gün mahkeme-i kübrada, hâkimler Hâkimi Allah huzurunda hesabının verileceği güne inanan insanlar olarak, hayatımızı tanzim etmek mecburiyetindeyiz.
Hayatı dengeleyen, ifrat ve tefritten uzak, mutluluk ve huzuru temin eden Allah’a ve ahirete imandır. Tahammülü zor imtihanlarda çocukları sevindiren, elemsiz kedersiz cennette sevdikleriyle, anne babalarıyla beraber olma fikridir.
İhtiyarlar ve hastalar ahiret inancıyla ve cennet fikriyle, kalpleri itminan ve huzura kavuşmuş olur. Gençleri, güçlü olanları frenleyip kontrol altına alan yine ahiret inancı ve cehennem korkusudur.
Tarihin değişik dönemlerinde doğru yolu gösterip, fazilet mücadelesi vermek üzere Allah’ın takdir ettiği bütün nebiler, emr-i ilâhiye harfiyen riayet ederek, vazifelerini ifa etmiş ve bu misafirhaneye veda ederek ruhlarının ufkuna, ebetler alemine yapılan davete icabet etmişlerdir.
Efendimiz Hz. Muhammed (sav) dâhil, dünya yaratılan hiçbir canlıya bâki kalmamıştır. Acz-i beşeri ile mâlul herkes, vakti saati geldiğinde oraya dâvet edilecektir. O mesken uzak değil, her an dâvet vuku bulabilir. İnsan ölümü hatırlamak bile istemez, ondan kaçmaya çalışır ama, ondan kurtulmak mümkün değildir. Beklenmedik bir anda kapımızın düğmesine basılıp, ecel ben geldim diyebilir.
Cenab-ı Hak Enbiya Suresi 1. Ayette; “İnsanların hesap verme vakti yaklaştı. Ama onlar hâlâ koyu bir gaflet içinde haktan yüz çevirmekteler.”,
Sebe’ Suresi 26. Ayette ise Cenab-ı Hak; Habibim de ki: “Rabbimiz kıyamet günü hepimizi bir araya toplayacak sonra da aramızdaki hükmü verecektir. O, tam adaletle hükmeden ve her şeyi bilen bir Hâkimdir.”,
Şuara Suresi 88 ve 89. Ayetlerde Cenab-ı Hak; “O gün ki ne mal, ne mülk, ne evlat insana fayda eder. O gün insana fayda sağlayan tek şey, Allah'a teslim ettiği selim bir gönül olur.” Buyurmaktadır.
İnsan ölümden ne kadar yüz çevirirse çevirsin, onu hatırlamak istemezse istemesin, ondan kurtulamayacaktır. O senin peşinde; ne kadar kaçsan o seni yakalayacaktır. Yakın bir zamanda, ‘eyvah biz zâlim kimselermişiz’ dememek için, Allah’ın geçici olarak emanet ettiği sermayeleri, ölümle sona erecek dünya adına, günahta, haramda, gıybette, iftira, ayıp ve kusur araştırma gibi, Allah’ın menettiği yerde kullanmak, bâdi heva boş yere gençliğini, ömrünü harcamak, zararından başka kimseye faydası olmayacaktır.
Bu dünya bir misafirhanedir. Hangi misafir bu dünyada ne kadar kalacak belli değildir. Bulanık sularda, kuvvetli fırtınalarda bağırıp çağırmanın kimseye faydası yoktur. Evvela kalbimizi Rabbimize sımsıkı bağlayıp, sonra elimizden geldiği kadar, şartların gerektirdiği ölçüde üzerimize düşeni yapmamız gerekmektedir
Binaenaleyh, Allah’ın emaneti olan bu hayatı lüzumsuz yerlerde geçirmektense, fırsat da elde iken, yeryüzünde Allah’ın sanat harikası olarak yarattığı milyarlarca hakikatlerden uzak, ömründe bir defa Allah’ı duymamış, tanımayan bu insanlara, Allah’ı sevdirmek ve tanıtmak asli vazifemizdir. Dünyalara bedel olan bu şerefli vazifeyi ihmal etmeden yerine getirmek en büyük sorumluluğumuz olmalıdır.
“Bu Kur’ân’da da elbette Allah’a ibadet eden kimseler için bir mesaj vardır.” “İşte bunun içindir ki ey Resulüm, Biz seni bütün insanlar için sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik!” (Enbiya Suresi 106,107)
‘Cenab-ı Allah bütün âlemlere, özellikle akıl sahibi varlıklara merhametin den dolayı Hz. Peygamber (a.s.)’ı göndermiştir. O öyle kapsamlı bir rahmettir ki, bütün akıl sahiplerine iyilik ve kurtuluş yolunu göstermekte, gerek dünyada gerek âhirette mutluluk vesilelerini öğretmektedir. Öyle ki onun getirdiği birçok prensibi, dinine inanmayanlar bile benimseyip uygulamakta, dünyevî yönden yararlanmaktadırlar.’ (S.Y)
Dünyada insanlar sayısınca fikirler vardır. Herkes kendi doğrularını seslendirir. Gerçek doğru ise, Sâni-i muhteşem Allah’ın Kur’an’da vahyettiği doğrulardır. Onu bizlere temsil ve tebliğ yoluyla anlatan, rehberlik yapan, kâinatın yaratılış vesilesi Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) mübarek beyanları ve sünnetidir.
Kendi doğrularımızla hareket etmektense, Allah ve Resulüllah’ın (sav) koyduğu prensiplerde istişâre ile buluşmak, en makul olanıdır zannediyorum.
Birileri bize şeytan, birileri de melek diyebilir. Bunlar çok önemli değildir. Önemli olan Rabbimiz bize nasıl bakıyor, O’nun rızasına muvafık hareket ediyor muyuz, etmiyor muyuz, kitap ve sünnete göre bulunduğumuz yer neresidir? Buna bakmamız en doğru olanıdır.
Bulanık sel sularını, tertemiz yer altında ırmaklar yapan, denizlerde, okyanuslarda pırıl pırıl hale getiren Allah’tır. Mülkün gerçek sahibi O Allah’tır ki, alınan gıdaları vücutta ihtiyaca göre tevzi ettiği gibi, bir gün içtimai çalkantıları ve fırtınaları da dindirir. Binaenaleyh ahlakın, adaletin, hak ve hukukun, sevgi, şefkat ve merhametin, güven ve emniyetin, hâkim olduğu bir ortamı da, yaratmaya her an muktedirdir.
O zaman, niyetlere, samimiyet ve ihlasa göre, ebetler aleminde kim neye layıksa, Allah ona göre muamelede bulunur. Allah’a mâlum olan bize meçhuldür. Bizler sebeplerde kusur yapmamakla mükellefiz. Elimizden geldiği kadar bu mevzuda yanlış yapmamaya gayret eder ve neticeyi Rabbül âlemin Allah’a bırakırız.