Gönülleri Kazanma Yolu

Mehmet Ali Şengül

Mehmet Ali Şengül

14 Şub 2017 13:28
  • Her türlü musibet ve sıkıntılar karşısında sarsılan ehl-i iman için en büyük teselli kaynağı,  Allah’a iman ve teslimiyettir. Bu mevzuda en güzel örnek, şüphesiz Efendimiz Hz.Muhammed (sav) ve onun sadık, vefalı  Al ve Ashabıdır. Onlar başlarına gelen her türlü sıkıntılara karşı sarsılmamışlardır. Allah’a olan tevekkülleri, teslimiyetleriyle ve istişareye verdikleri önemle problemleri çözmeye ve sıkıntılardan kurtulmaya çalışmışlardır. Çünkü onların rehberi, yönlendiricisi Allah(cc)dır, ahlakları ise Kur’an’dır.

    Al-i İmran suresi 159.ayette Cenab-ı Hak, Efendimiz’e (sav); ‘Sen Allah’ın rahmeti ve inayeti sayesinde onlara karşı yumuşak davrandın. Sen -haşa ve kella- haşin, hırçın ve katı kalpli olsaydın, -ki değilsin- onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet; onlar için mağfiret dile, yapacağın işleri onlara danış.’ Buyurmaktadır.

    Efendimiz (sav) Uhud`a çıkarken Ashabıyla istişare etmiştir. Allah Resulü’nün okçu tepesinde bulunanlara yerlerini terk etmeme mevzuunda ısrarla tembihatta bulunmasına rağmen, bazı sahabelerin emre itaatteki inceliği kavrayamamaktan kaynaklanan içtihatları neticesinde,  zahiren  büyük bir felaketle karşılaştıklarını ve büyük kayıplara sebebiyet verildiğini hep beraber görmüşlerdi. 
          
    Buna rağmen yukarıda zikredilen ayette ifade edildiği gibi, Efendimiz (sav) ‘Onların kusurlarını affet; onlar için mağfiret dile, yapacağın işlerde onlarla  istişare et!’ ilahi beyanına göre ashabına muamelede bulunmuştur.
          
    Allah Resulü (sav) ve Ashabı, Uhud’da böylesine muvakkat bir hezimete maruz kalmış ve başta Hz.Hamza (ra) olmak üzere yetmiş adet Ashab-ı Kiram (r.anhüm) şehit düşmüş olmasına rağmen; mecruh, yaralı, yürümeye bile takati olmayan Sahabe Efendilerimiz, arkadaşlarının omuzlarına tutunarak, ayaklarını sürüyerek bir kişi bile geriye kalmadan  ‘Hamra-ul Esed’e kadar Mekkelileri kovalamışlardır.  

    Müşrikler  ise zafer sarhoşluğuyla Mekke’ye dönerken, ‘müslümanlar yeni bir orduyla geliyorlar’ endişe ve korkusuyla kaçmışlar  ve böylece müslümanlar muvakkat mağlubiyeti zafere çevirmişlerdir.

    Bugün içinde bulunduğumuz bu süreçte kendini davay-ı İslam’a adayanlar, insanlığa hizmeti ibadet kabul ederek, onlara dünya ve ahiret saadeti ve mutluluğu kazandırabilme yolunda  fedakarca gayret göstermektedirler.

    Dünyada nice insanlar -rehbersizlik ve kültürsüzlükten kaynaklanan-  açlık ve susuzluk mücadelesi vermektedirler. Bu insanların,  din, dil, renk ve ırkı ne olursa olsun ayırmadan , hayata tutunmalarını sağlamak için,  kafalarını ilimle aydınlatmak, gönüllerini ahlak ve faziletle donatmak maksadıyla Anadolu’nun fedakar insanları ilim- irfan yuvaları ve yardım müesseseleri kurmuşlardır.
          
    Kalpleri Allah’ın rızasına kilitlenmiş, insanlığa Allah’ı ve Resulullah’ı sevdirmeyi, dünya ve ahiret mutluluğu kazandırmayı gaye edinmiş, cebinde bıçak dahi taşımayan, iman ve Kur’an hizmetinden başka derdi, düşüncesi olmayan bu insanlara karşı, sanki savaş kazanmış gibi mallarına, inanmış gönüllerin emekleriyle meydana gelmiş eğitim müesseselerine ve yardım kurumlarına ganimet deyip (gasbederek), hiçbir hukuk ve insan haklarıyla te’lifi mümkün olmayacak şekilde el konulmuştur. 

    Hizmet gönüllüleri, bu zalimlere ve kimlik yanılması ile onları destekleyenlere bile, zillet gösterip el ayak öpmeme kaydıyla, izzet ve onurlarını koruyarak; Hz.Musa ve Hz.Harun'un (as) Firavun’a gidip ‘kavl-i leyyin’le gerçekleri, hakikatleri anlatması gibi, sabırla ve metanetle fırsatları değerlendirip, İslam’ı anlatmaya çalışmalıdırlar.

    Yüce ve kutsi bir davaya karşı muhalefet edenlere tavır almak, ‘Hakkın hatırını ali tutmanın bir ifadesi’dir. Bundan dolayı Tebük seferine iştirak etmeyen üç kişi hakkında Efendimiz (sav) tavır almış ve elli gün onlarla görüşmemiştir. Sahabe-i Kiram’ı da onlarla görüşmekten men etmiştir. Zira onlar, Allah yolunda gerçekleşen bir sefere katılmamışlardı. Arkadaşlarından hiç bir kimse  onlara selam vermemiş, konuşmamışlardı. Ta ki, Allah’ın emri gelinceye kadar.

    Allah Resulü’nün daveti gibi böylesine şerefli bir sefere, kötü bir niyetleri olmadığı halde katılamama zaafı gösteren, samimi, gönülden nedamet duyup özür dileyenlere karşı Cenab-ı Hak Tevbe suresi 118.ayette, “Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tövbelerini kabul buyurdu. Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki, dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı. Nihayet, Allah’ın cezasından, yine Allah’ın kapısından başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anladılar da, bundan sonra, önceki iyi hallerine dönsünler diye, Allah onları tövbeye muvaffak kıldı. Çünkü Allah Tevvab'dır, Rahîm'dir (tövbeleri çok kabul eder, tövbe edenleri sever ve pek merhametlidir)’  buyurarak  merhametle muamele ettiğini ifade etmiştir.

    Bu üç halis müslüman Kâ’b ibn Malik, Hilal ibn Ümeyye ve Mürâre (r.anhüm) adlı sahabîlerdi. Güçlü bir şair olan Kâ’b’ın, başından geçen bu kıssayı kaynağından okumaya değer. 
           
    Bugün insanlığın en büyük ihtiyacı imandır. Şefkatle, merhametle muamele görmektir. Mekke’de yıllarca Allah Resulü ve Ashabı'na yapılan her türlü işkence ve kötülüklere karşı, Efendimiz (sav)’ın Mekke fethinde yapmış olduğu güzel ve affedici muameleleri, onların gönüllerini fethetmiştir. Efendimiz’in bu insanca ve şefkatle gösterdiği alaka, onların kendi rızalarıyla iman etmelerine ve fevc fevc İslam’a dahil olmalarına vesile olmuştur. 

    Kur’an’da, Yusuf suresi 92.ayette, Hz.Yusuf’un kardeşlerine karşı olan tavrının beyan edildiği gibi; aynı şekilde Efendimiz  (sav) de Mekkelilere, ‘Bugün sizi kınayıp serzenişte bulunacak değilim. Ben hakkımı helal ettim, Allah (cc)da ettiklerinizi bağışlasın; O merhametlilerin en merhametlisidir.’ Buyurarak, onları affetmiştir. 

    Bugün bizlere yapılan affedilmez gibi görünen kötülüklere karşı; şefkatle, merhamet ve mülayemetle muamele etmeye nefsimizi zorlamak mecburiyetindeyiz. Allah bize, bugün onlara verdiği böyle bir fırsatı verse, değil onların mallarını ellerinden almak, aile ve çocuklarını zindanlara hapsetmek; belki mallarımızı sarf ederek elimizden geldiği kadar onlara yardım etmek suretiyle, yuvalarının mutluluk ve huzurunu temin etmeye çalışırız. Çünkü biz mü’miniz; bize yapılan kötülüğe kötülükle, zulme zulümle mukabelede bulunamayız.

    Hayber fethi sırasında Efendimiz (sav), sancağı  teslim edip komutan tayin ettiği  Hz.Ali Efendimize (ra), “Ey Ali! Bil ki, senin elinle bir insanın hidayet bulması, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıdır”. [Buhari,  Müslim) buyurmuştur. 

    On ikinci Şua’da Hz.Üstad, ‘Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi, bir iki-kişi-nin- hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler; o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler’... ‘Madem her şey geçici ve fanidir. Ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Ve zahmet ise rahmete kalboluyor. Elbette biz sabır ve şükürle tevekkül edip sükut ederiz’ tavsiyesinde bulunmuş; Tarihçe-i Hayat’ta ise, ‘Milletimin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm, gül gülistan olur!’  demiştir. 

    Hayatını insanlık hizmetine adamış, ömrünü sürgün ve hapishanelerde geçirmiş  Hz.Üstad; milletimizin ve insanlığın imanının kurtulmasına, huzur ve saadete ermesine,  dünyada adaletin, demokrasi ve hukukun gerçekleşmesine  vesile olmak için hizmet etmek, en büyük bir kahramanlık ve fedakarlık olduğunu ifade ederek, bizlere rehberlik yapmaktadır. 
          
    Hz.Allah’ın (cc) ‘Biz Seni bütün alemlere ancak rahmet olarak gönderdik’ buyurduğu Nebiler Sultanı’nın ümmeti olarak;  O’nun davasını temsil edip O’nun yolunda, O’nun gibi olmak zorundayız. Zira O (sav), ‘İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez’ (Buhari, Müslim), diğer bir hadiste de, ‘Yerde olanlara merhametli olun ki, sema ehli de size merhamet etsin.’ (Tirmizi, Ebu Davud) buyurmuşlardır.

    Bizlere dünyada kim  ne yaparsa yapsın; bizler Allah’ın rızasına uygun, Resulüllah’ın hoşnutluğunu kazanacak ve mahşerde Efendimiz’i (sav) mahcup etmeyecek şekilde, tavır ve davranışlarımızı, söz ve ifadelerimizi karakterimize uygun bir şekilde ayarlamak ve ona göre davranmak zorundayız. İmanımız ve ahlakımız bunu gerektirmektedir. 

    Çünkü biz dünyaya kavga etmek, başkalarının malı, canı, haysiyet ve şerefiyle oynamak için değil, insanlığa hizmet ederek Allah’ın rızasını kazanmak için geldik! Liyakatı olanlara  Allah’tan hidayet diler, olmayanları da   Rabb-ül alemin olan Allah’a havale ederiz.

    Mehmet Ali Şengül
    14 Şub 2017 13:28
    YAZARIN SON YAZILARI
    YAZARLAR