Sevgili dostlar, bu yazımızda Allah’ı zikir, nimetlerine karşı şükür ve O’na güzelce bir şekilde ibadette bulunma konusu üzerinde duracağız. Bununla ilgili hadis-i şerifi bize nakleden büyük sahabi Hz. Muaz b. Cebel’i biraz tanımaya çalışacağız.
Önce konuyla ilgili hadis-i şerife bir bakalım:
Bir gün Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Muâz b. Cebel radıyallah’ın elinden tutar ve şöyle seslenir kendisine:
“Ya Muâz! Vallahi seni gerçekten seviyorum” buyurdu. Sonra sözüne şöyle devam etti:
“Sevgili Muâz! Her namazın sonunda şu zikri okumayı asla ihmal etme:
Allâhümme eınnî alâ zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdetik:
Allah’ım! Seni anmam, nimetlerine şükretmem ve Sana güzel bir şekilde ibadet edebilmem konusunda bana yardım et. (Ebû Dâvûd, Vitir 26)
Nesâî’nin Sünen’inde rivayetindeki kayda göre ise Efendimiz Hz. Muâz İbni Cebel’in elinden tutarak:
- “Ey Muâz! Vallahi seni gerçekten seviyorum” buyurdu. O da Efendimizin eline sarılarak:
- Ben de sizi çok seviyorum, yâ Resûlallah! dedi. Sevdiğiniz kimseye, onu sevdiğinizi söyleyiniz, buyuran Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bu emrini bizzat uyguladıktan ve tavsiye edeceği duanın iyice öğrenilmesi için uygun bir ortam hazırladıktan sonra, bu sevgili sahâbîsine yukarıdaki kısa, özlü duayı öğretmişti.
Allah’tan istenmesi gereken bu üç şey, insanın en önemli üç görevidir. Bu görevlerden birincisi, Cenâb-ı Hakk’ın adını sürekli zikretmektir.
İkincisi sayısız nimetlerine karşı gereği gibi şükredebilmektir.
Üçüncüsü de O’nun şanına yakışan güzel ibadeti yapabilmektir.
İnsanların gönlüne hitap eden kimselerin, muhatapları üzerinde umdukları tesiri yapabilmek için Efendimiz’in bu irşad metodundan yeterince faydalanması gerekir. Tatlı bir dil, yumuşak bir üslûp ve sımsıcak bir gönül irşad hayatının vazgeçilmez unsurlarıdır.
Allah’ı zikir, O’na şükretmeye yöneltir; Allah’a şükür, O’na gerektiği gibi ibadet etmeye sevkeder. Bir bakıma zikir kulluğun başı, şükür sonudur.
Bu hadis-i şerifi bize nakleden Mûaz b. Cebel (r.a)’ı biraz tanıyalım
Medineli Ensârın ileri gelenlerinden..
Efendimiz hicret edip Medine’ye geldiği zaman on yedi yaşlarındaydı..
Rasûlüllah (s.a.s) kendisini Muhâcirlerden Abdullah b. Mes'ud ile kardeş yapmıştı.
Muhammed b. Sa'd: "Muaz, uzun boylu, beyaz tenli, güzel dişli, iri gözlü, çatık kaşlı ve kıvırcık saçlıydı" diye tanıtmıştır.
Hz. Peygamber kendisini çok seviyor ve zaman zaman: "Ey Muaz seni seviyorum" demek suretiyle bu sevgisini ifade ediyordu.
Ashab arasında da, Hz. Muaz yüz güzelliğinin yanında, yumuşak huyluluğu, hayâsı, cömertliği ile de tanınıyordu.
Hz. Ömer de kendisini çok seviyordu. Muaz hakkında şöyle dediği rivayet edilir:
"Analar bir daha Muâz gibisini doğuramaz. Eğer Muâz olmasaydı Ömer helak olurdu” (İbn Sa'd, Tabakât, III, 583-590).
Muâz b. Cebel Kur'ân'ı güzel okuyan ve ezberleyip hafız olan sahabelerden biriydi..
Efendimiz: "Kur'an'ı dört kişiden öğrenin: Abdullah b. Mes'ûd, Ubey b. Kâ'b, Muâz b. Cebel ve Ebu Hûzeyfe'nin âzadlısı Sâlim" buyurmuştur. Aynı zamanda Hz. Peygamber zamanında Kur'ân'ın toplanmasında emeği geçenlerden biri de Hz. Muaz’dır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 190; Tecrid Terc., IX, 401; X, 22).
Muâz (r.a), yaşayışında zühd ve takvaya büyük önem verirdi. Geceleri teheccüd namazı kılar ve namaz sonunda: "Allahım! şu anda gözler uykuda ve gökte yıldızlar parlamış durumda. Sen ise, diri, her an yaratıklarını gözetip duransın... Rabbim bana dünya ve âhirette hidâyet nasib et! şüphesiz Sen va'dinden dönmezsin" diye duâ ederdi (İbnü'l-Esir, Üsdül-Gâbe, V, 194-197).
Rivayet ettiği hadislerin toplamı ise sâdece yüz elli yedidir (Zehebî, Tezkiratü'l-Huffâz, I,19-22).
Hz. Muâz, aynı zamanda sahabenin fakihlerinden olup dinde vukuf (derin anlayış) sahibiydi. Daha Rasülullah'ın sağlığında fetva vermeye başlamıştı. Hz. Peygamber onun hakkında: "Ümmetim içerisinde helâl ve haramı en iyi bilen Muâz b. Cebel'dir" demiştir (Tecrid Tercemesi, I, 84).
Peygamber Efendimiz onu, islâmı anlatıp öğretmek ve Kur'an-ı Kerim'i ezberletmek üzere, Hicretin dokuzuncu yılında Yemen'e göndermişti. Yolculuk öncesi Hz. Peygamber'le aralarında geçen konusmayı Hz. Muâz (r.a) şöyle anlatır: "Allah Rasûlü beni Yemen'e gönderirken şöyle dedi: "Sana bir mesele sorulduğunda ne ile hükmedeceksin?"
Ben: "Allah'ın kitabındakilerle" diye cevap verdim. "Eğer Allah'ın kitabında bulamazsan ne ile hükmedeceksin?" dedi." "Allah Rasûlü'nün hükmettiği ile, dedim. Eğer onda da bulamazsan?" dediğinde: "Kendi reyimle içtihad ederim, diye cevap verdim. "Bunun üzerine Allah Rasûlü: "Nebisini, râzı olduğu şeyde başarılı kılan Allah'a hamdolsun" dedi. Ve Yemenlilere, size ashâbımdan ilmi ve dini en iyi bilen hayırlı bir kimseyi gönderiyorum diye bir de mektup yazdı (İbn Sâ'd, a.g.e., III, 583-590).
Ona şu tavsiyelerde bulundu:
"Ey Muâz! Ehl-i kitap olan bir topluma gidiyorsun. Cennet'in anahtarı nedir? diye sorarlarsa: "Lâ ilâhe illallah'tır" de. Yâ Muâz, dâima alçak gönüllü ol, hilimle (yumuşaklıkla, akla uygun olarak) hükmet. Cenab-ı Hak, sende samimiyet görürse yardımını ihsan eder, muvaffakiyet verir. Eğer içtihâddan âciz kalırsan meseleyi tahkik edinceye kadar hüküm verebilmek için bekle, yahut meseleyi bana bildir. Nefsinin arzularına uymaktan çekin. Nefsin arzuları insanı Cehennem'e götürür. Halka merhamet ve şefkatle muamele et. "Yâ Muâz! Onları Allah'tan başka İlah olmadığına ve benim Allah'ın Rasulü olduğuma şehadete çağır. Eğer bunu kabul ederlerse, Allah'ın kendilerine bir günde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu da kabul ederlerse, zenginlerden alınıp fakirlere verilmek üzere, kendilerine zekâtın farz kılındığını bildir" (Buhari, Zekât,1).
Ve şu mübarek sözleriyle vedâlaştı: Ey Muâz! Belki bu son görüşmemiz olabilir. Allah seni dinde başarılı kılsın ve sana hidâyet nasib etsin; önünden, arkandan, sağından, solundan, yukarıdan veya aşağı tarafından gelebilecek her türlü belâ ve musibetlerden korusun. Senden, insanların ve cinlerin kötülüklerini uzaklaştırsın. Ey Muâz, belki mescidimi ve kabrimi ziyaret edersin" Bunun üzerine Muâz (r.a), üzüntüsünden ağlayarak ayrıldı.
Netice Allah Rasülü'nün tahmin ettiği gibi oldu. Muâz, Hz. Ebu Bekr'in halifeliği döneminde Yemen'den döndü. Kalan ömrünü Şam'da geçirdi ve Ürdün'de Tâûn hastalığından, henüz genç sayılabilecek bir yaşta otuz sekiz yaşında vefat etti (İbn Hacer, el-isâbe, III, 426-427).
Cenab-ı Allah bizleri kendisini zikreden, nimetlerine karşı şükreden ve ibadetlerini de en güzel şekilde yapan kullarından eylesin. Amin.