Fizik, kimya ve matematik gibi ilimlerin imkanlarıyla okumaya çalıştığımız kâinat kitabıyla Kur'an-ı Kerim kitabı arasında söylem birliği vardır. Temel noktalar aynıdır. Risale-i Nur’da kâinat kitabında anlatıldığı söylenen iman esasları gibi neslin muhafazası da iki kitabın da ele aldığı mühim müşterek bir konudur. Çünkü toprağa düşen elma tohumu, ağaç olup geliştikten sonra neslinin devamını çekirdeklerine emanet eder. Hatta bir tohumdan meydana gelen bir ağacın hemen her sene onlarca meyve verdiğini dolaysıyla çekirdeklerine taşındığını düşünürsek neslin muhafazası meselesinin kâinatta nasıl bir cari kanun olduğunu daha iyi anlamış oluruz. Örneğin karpuzu yardığınızda içinde yüzlere baliğ çekirdeklerle aynı karpuz soyunun geleceğe taşınmak için planlandığını görürsünüz. Toprağa ekilen karpuz çekirdeğinden aynı şekilde ve aynı cinsten karpuzlar meydana gelir. Yani her nebat kendi neslinin hayatını muhafaza eder.
Hayvanlar alemi dahi neslini muhafaza edecek şekilde yaratılmıştır. Her giden kendi neslini devam ettirecek numunelerini çekirdeklerini arkada bırakarak gider. Nesli devam ettirmek ancak muhafazasını temin etmekle mümkündür.
Fakat insanda neslin muhafazasını sadece “biyolojik hayatını devamı” şeklinde düşünemeyiz. Çünkü insan mahiyeti itibarıyla insanlıktan şeytanlığa, oradan insanlığa ve melekleşmeye kadar sayısız mertebedeki varlıklara mahiyet olarak dönüşebilir (Nas Suresi). Bu bakımdan neslin muhafazasını bizim hayatımızın Müslüman, ahlaklı, kültürel esaslarımıza uygun olarak insanî ve dindar bir mahiyet içinde varlığını devam ettirmesi şeklinde anlamalıyız. Bu bakımdan neslin mahiyet olarak bozulmasını, korunamamasını Kur'an-ı Kerim, daha sonra gelen nesiller tarafından en başta dinin direği olan Namazın zayi edilmesine, bozulmasına bağlamıştır: “Nihayet, bunların ardından öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı terk ettiler, nefislerinin arzularına uydular ve haramların peşine düştüler. Bu yüzden ilerde, hak yoldan sapmalarının cezasını çekecekler. (Meryem,59)
Yani neslin muhafazası dar dairede namazın muhafazasıdır. Çünkü namaz hem celb-i maslahatla salihatı netice vererek “meyalan -ı hayrın” kökünü kuvvetlendirir hem de def-i mazarratı netice vermekle takvayı netice vererek “meyelan ı şerrin” kökünü keser. Yani insan neslinin bozulmadan devam etmesini temin eden namaz, Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri’nin İşârât-ü İ’caz tefsirinde bahsettiği tehliye ve tahliyeyi temin eder:
“Bunların biri tehliye diğeri tahliye'dir. Tehliye, ????????? tathir etmek ve temizlemektir. Tahliye ????????? ise, tezyin etmek ve süslendirmek mânâsınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup, burada olduğu gibi, daima birbirini takip ediyorlar. Onun için kalb, takvâ ile seyyiattan temizlenir temizlenmez, hemen onun ardında imanla tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir. Kur'ân-ı Kerim, takvâyı üç mertebesiyle zikretmiştir:
Birincisi, şirki terk,
İkincisi, maâsiyi terk,
Üçüncüsü, mâsivâullahı terk etmektir.
Tahliye ????????? ise, hasenat ile olur. Hasenat da, ya kalble olur veya kalıp ve bedenle olur veyahut mal ile olur.
A'mâl-i kalbînin şemsi, imandır.
A'mâl-i bedeniyenin fihristesi, namazdır.
A'mâl-i mâliyenin kutbu, zekâttır.”(İşaretü-l İ’caz)
Ankebut suresinin 45. ayetine göre de içinde takvayı barındıran tehliyeyi ve yine içinde amal-i salihi barındıran tahliyeyi namaz temin eder:
(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab'ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir. (Ankebut, 45)
Evet, tekrar başa dönecek olursa; neslimizi muhafaza etmek kötülüklere engel olan (tehliye) ve hayır ve hasenatı temin eden (tahliye) büyük oranda namaz ile ancak mümkündür. Bu bakımdan nesillerini bozulmaktan koruyarak ruhi ve ahlakî hayatlarını tamir etmek isteyenlerin en başta müracaat etmeleri gereken mübarek kaynak namazdır, ibadetlerdir.
Namaz, bir nesli bozan hayasızlık bir insanda aynı anda aynı derecede beraber olamaz. Eğer bir insan hem namaz kılıyor hem de kötülükleri, fuhşiyatı, menhiyatı yapmaya devam ediyorsa o kılınan namazın arızalı ve sakat olduğunu gösterir. Yani bir kalpte hem masiyet (günahlar) hem de Allah sevgisi hakikatleriyle beraber bulunamayacağı gibi namaz kılan bir bedende de fuhşiyyat barınamaz. Maun Suresi’nde böyle şuursuz bir şekilde namaz kılanları Allah tehdit eder: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, Onlar namazlarında gaflet içindedirler (ciddiye almazlar). Onlar halka gösteriş yaparlar.” (Maun Süresi)
Şimdi gelelim Türkiye'deki neslin muhafazası meselesine. Namaz yani din muhafaza edilemediğinden yüzde sekseni doksanı Müslüman olan Türkiye'de şu an nesiller heder oldu. Bu feci durumu ispat eden pek çok anket vardır: “Kadir Has Üniversitesi’nin Prof. Mustafa Aydın koordinatörlüğünde 2010 yılından beri düzenli olarak hazırladığı Türkiye Eğilimleri – 2021 yılı Araştırması’nın sonuçları kamuoyu ile paylaşıldı. 23 Ekim-5 Kasım 2021 dönemini kapsayan, 26 ilde kent merkezlerinde ikamet eden 18 yaş ve üzeri 1000 kişi ile görüşme sonucu elde edilen verilerde namaz kılma oranları dikkat çekti. Halkın yüzde 82’sinin kendisini Müslüman olarak tanımladığı ankete göre, beş vakit namaz kılanların oranı yüzde 21. Namaz kılmayanların oranı ise yüzde 41.” (İslamianaliz.com) Farklı analizler veya farklı anketler olsa da Türkiye'de sadece namaz kılma üzerinden konuyu ele alsak dindarlıkta da nesillerin muhafazası konusunda da sınıfta kaldığımızı söyleyebiliriz.
Şu soruyu soralım ve cevabını anlamaya çalışalım. Neden Türkiye'de Müslümanlık ibadete yansımıyor. Veya Müslümanlar neden Müslümanlığın olmazsa olmazı olan namaz ibadetini kılma ihtiyacını duymuyorlar?
Biri pratik diğeri teorik-psikolojik iki sorun var ki Müslümanların namaz kılmalarına mâni olmuştur. Namaz elde edilmesi gereken bir meslek gibi beceriye dayandığından daha ilkokul seviyesindeyken “ağaç yaş iken eğilir” düsturuna göre zamanında bu eğitimin verilmesi gerekir. İlk veya anaokululardı namaz kılma eğitiminin verilmediği herkesin malumu.
İkinci mâni de psikolojik olarak yanlış kabullenmelere dayanır. Müslümanlık bir ırk gibi doğuştan gelen babadan oğula geçen değişmez bir kimlik gibi algılanıyor. Halbuki Müslümanlığın gereklerini yerine getirirsen müslümansın. Ayakkabı satana, bu işle meşgul olana ayakkabıcı denir. Her ismin fiil, amel olarak bir karşılığı vardır. Yoksa müslümanlığımız boş bir sıfat, anlamsız bir isim olur. İbadet yapmayan Müslümanlar kendilerini tanıtırken muhakkak doğruyu konuşmalı “Müslümanın ama pratiğim yok, ibadet yapmıyorum” demeli o kaydı koymalıdırlar. Bilenlerle bilmeyenler, amel eden etmeyen aynı ismi ve sıfatı kullanmamalıdır. Zamanla öyle anlaşılıyor ki zaten Müslümanım diyen herkes bir emek ve liyakat ortaya koymasa da Müslümandır. Sanki ibadetler ve gerekleri fazladan eklenmiş lüzumsuz teklifleridir. İbadet yapsanız kılsanız iyi olur fakat kılmamanızda Müslümanlığınızda bir halel, eksiklik olmaz.
Türkiye'de herkesin kimliğinde hak etmedikleri halde Müslüman yazması Müslümanlığın bir ırk gibi millet gibi algılanmasına sebep olmuştur. Çünkü bir ırkta ait olmanın bir ibadet gibi mükellefiyetleri, şartları yoktur.
Aslında kimliklerimizde dini aidiyetimiz yazmasa da olur. İlla kimliklerimizde dinimiz olarak İslam ibaresi yazmak zorundaysa ibadet yapanlarla yapmayanları ayır edici, açıklayıcı bir not düşülmelidir. Ve bunun belgesi de Diyanet’ten veya camilerden veya bu işi görev bilen bir dernekten alınabilir. Yoksa Müslümanlığın isim olarak yeterli olup namaz ve ibadetlerin gereksiz algılanması nesli bozan aslında dinimizi de bozan bir cinayettir.