Sözlükte mastar olarak “menetmek, engellemek, alıkoymak, bağlamak” gibi anlamlara gelen akıl (el-akl) kelimesi, felsefe ve mantık terimi olarak “varlığın hakikatini idrak eden, maddî olmayan, fakat maddeye tesir eden basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç” demektir. (İslam Ansiklopedisi, ilgili madde)
İslamiyet'tin bir bireyin üzerine yüklediği sorumluluklar için ergenlik yani buluğa erme şartı getirmiştir. Bu da kişinin 14 veya 15 yaşıdır ki artık aklın çalıştığı, mantığın kavramaya başladığı anlamına gelir. Dolaysıyla mükellef ve sorumlu tutulabilmek için akla dayalı bir hürriyetin yani iyiyi kötüden ayırt edebilme yetisinin olması gerekir. Çünkü aklı olmayanın dini de yoktur.
Ergenlik çağına gelmeden yani aklı ermeden bir çocuğun yaptıklarından sorumluluk, mesuliyet olmadığı için Kur’an bu durumdakilere; “vildanun muhalled” tabirini kullanır (Vakıa, 17). Yani cennette anne babasına şefaatçi olmakla onların her türlü himmetinde bulunma makamı. İslam'da helaller ve haramlar noktasında imana dayalı bir sorumluluk için buluğa erme şartının getirilmiş olması bile tek başına dinimizin ne denli sağlam bir temele oturan hak bir din olduğunu gösterir.
Deliler akli melekelerinin inkişaf etmemesinden ötürü yaptıklarından dinen mesul tutulmazlar. Hayat şartlarının zorluğu nispetinde aklını rahat bir şekilde kullanamayanlar da bazı konularda muaf veya özür sahibi olarak görülür. Mesela aklını kullanması sahibi tarafından kısıtlanan ve sınırlandırılan kölelerin cuma namazına gitme sorumluluğunun olmaması gibi. Bu durum bile Müslüman köleler için bir teşviktir; Cuma namazı kılmak şerefiyle serfiraz mı olmak istorsunuz? O zaman kölelik zincirini kırmaya çalışın ve aklınızın dizginini elinize almaya bakın.
Diğer taraftan aklını kullanmak hürriyet ve serbestlikle doğru orantılı olduğundan kölelerin işledikleri suçlara hür olan normal insanların işledikleri suçlar kadar ceza verilmez: “Eğer onlar(köleler), evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa, o vakit hür kadınlar üzerine gerekli bulunan cezanın yarısı kendilerine lazım gelir" (Nisa, 25). Bu nedenle cariyelere de kölelere de zinada elli, kazf ve şarap içmede kırk değnektir (Kurtubi). Kazf, iftira atmak demektir. Adeta bu aklı ermezlerin yaptıklarına çok da bakmayın, az ceza ile iktifa edin denmektedir. Aklını rahat kullanabilen hürlere ise bu cezaların iki misli uygulanır. Tabi hür ve köle arasındaki bu ceza oranı her suç için geçerli değildir.
Evet hürriyet, aklı ve irade arasında doğrudan bir alaka vardır. Bir insanın hürriyetini gasp etmek aklını dumura uğratıp işlemez hale getirmek demektir. Bir insanın tercih yapmasına fırsat vermeyip iradesini kullanmasına engel olmak aklını kullanmasına mâni olmakla aynı anlamı taşır. Bu bakımdan bizde despot idareler mezmumdur, diktatörlük kötüdür, zülüm her çeşidiyle reddedilmiştir. Çünkü bunların tümünde bir insanın aklını kullanıp kendi iradesine dayanarak tercih yapmasına mâni olan dışarıdan dayatılan meşru olmayan bir bastırma vardır. Bu bakımdan aklı ve iradeyi devre dışı bırakarak dinin bir insanda varoluş gerekçesine zarar veren zalimlere karşı hakkı söylemek hadislerde en büyük cihat olarak ifade edilmiştir.
Dinimizde bir kimsenin aklına zara vermek çok büyük bir vebaldir. İşkenceyle veya bir kimsenin yüzüne tokat vurarak bir insanın akli meleklerinin kaybolmasına sebep olmak çok ciddi dünya ve ahret sorumluluğu gerektirir.
Akidenin benimsenmesi anlamına gelen imanın kabul ve reddinde Dinimiz baskı ve zorlamayı kabul etmez. Çünkü bu durum imtihan sırrını ortadan kaldırır. Risale-i Nurlar’da Peygamberimizin (sav) mucizelerinde bile hep bu sırra özenle riayet edildiği ifade edilir. Örneğin ayı mübarek parmağı ile ayıran Allah Resulü (sav) onların gönüllerini yarıp da imanı kalplerine yerleştirme gibi bir mucize göstermemiştir. Bu nedenle aklı mecbur bırakan, teklif sırrını yok eden bir mucizeden bahsedilemez. En büyük mucize olan Kur’an da nihayetinde okunması gereken ibretleriyle aklen ders alınması gereken bir kitaptır. Bir kitapta anlatılanları anlamak sonuçta akıl, muhakeme ve sağlam bir mantıkla ancak mümkündür. Kitap okunup anlaşılması için akıl sahibi bir muhatap ister.
Akla dayanan bir irade ile olursa iman imandır, İslam İslam'dır. Aklın kendi içindeki zaruretlere dayanan mecburiyetin dışındaki zaruretler ve zorlamalar hem aklın hem de dinin hem de dünya işlerinde muvaffak olmanın önünde büyük bir engeldir. Kur’an bu nedenle Müslümanların büyüyen maddi güçleri karşısında mecburen Müslüman olmak zorunda kendilerini hisseden Bedevilerin aslında iman ve İslam’la alakalarının olmadığını söyler:
“Bedeviler: "İman ettik" dediler. De ki: "Siz iman etmediniz. Ancak "teslim olduk" deyin. Fakat iman henüz kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz O sizin amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Şüphesiz Allah bağışlayandır, rahmet edendir."(Hucurat, 14)
Üstadımız Bediüzzaman hazretleri Risale-i Nur mesleğinin akla dayanan bir hikmete baktığından dolayı Allah’ın Hâkim isminin meşrebimizde tecelli ettiğini söyler (Mektubat, Dördüncü Mektup). Hikmet nedir? Hikmet aklın ifrat ve tefritten arındırılarak vasat noktada daima sırat-ı müstakimi bir ibre gibi gösteriyor olmasıdır.
“Ve keza kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi, gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki; hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur. Vasat mertebesi ise, hikmettir ki; hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinab eder.”(İşaratül İcaz, sf,23)
Fakat akıl Yunan felsefecilerinin anladığı manada bizde tek rehber tek miyar değildir. Ulum-u diniye (dini ilimler) ile beslenen bir kalp le akıl evlendirilmelidir. Bediüzzaman Hazretlerinin de Hocamızın da en büyük gayesi akılsız dinden kaynaklanan yobazlığa ve dinsiz ilimlerden meydana gelen serkeşliğe (küfre) mâni olmaktır.
Din ve imanın sıhhati akla dayansa da aklın inkişafı sadece imani meselelerle mümkün olmaz. Hatta sadece dini konularla meşguliyetle meydana gelen iman, zamanla aklın rağmına aleyhine işler, onu lüzumsuz kılar. Hekimoğlu İsmail’in dediği gibi; zikrin kalpte meydan getirdiği lezzetin sahte bir doygunluk meydana getirerek aklı ve düşünmeyi dolaysıyla fenni ilimleri lüzumsuz kılma ihtimali vardır. Bu da zamanla hem dünya hem de ahret işlerine zara verir. Müslümanlar fakir düşerler, kuvvetleri gider. Çağın dışında kalırlar.
Bu bakımdan aklın korunması aklı inkişaf ettiren fenni ilimlerin doğru dürüst verilmesi ile mümkündür. Çünkü aklı inkişaf ettirip işlevsel hale getirmek ancak matematik, fizik, kimya gibi fenni ilimlerle mümkündür. Osmanlının son döneminde medreseler fenni yani akli ilimleri kapı dışarı ettiler. Bugün de tam tersi oldu. Alem-i İslam olarak bugün aklımızı bu nedenle kaybettik. Ortadoğu Müslümanları olarak hal-i alem bu akılsızlığımıza şahittir.
Sık sık “düşünmüyor musunuz, akıl etmiyor musunuz” diyerek aklımızı çalıştırmamız gerektiği tembihleyen Kur’an’a fenni ilimlere değer vererek eğer uymazsak daha çok bu vadilerde deli divane dolaşır, yolumuzu bulamayız. “Akıl akıldan üstündür” prensibine göre hareket edemediğimizden dolayı Avrupalılar gibi “ortak bir akıl” meydana getiremeyen İslam Alemi’nde toslamalar toslamaları takip ettiğinden bir türlü kendimiz olup da dirilmemiz mümkün olmadı.