Tevhid akidesinin dışındaki hemen her inanış, maddenin
içinde tanrısal bir güç ve ruhun olduğunu kabul eder. Taştan yapılan putların,
tabiatın veya maddenin veya bir hayvanın içinde tanrısal bir ruhun olmadığını
alamet ve işaretleriyle anlasak da insanoğlundaki güçlü inanma dürtüsü,
fetişizm kabiliyeti ve muhabbet meziyeti ile bir taş bile ilahi bir mahiyete
bürünebilir.
Tanrısal ruhun taştan topraktan daha öte, canlılarda hatta insanlarda var olduğunu kabul etmeye başladığımızda, iş biraz daha komplike ve içinden çıkılmaz bir hal alır. Hindular ineklerde böyle bir ruhun varlığına inandılar. Tarım ve hayvancılığa olanak tanıyan Nil’e de benzer bir kutsiyet atfettiler. Hz. Musa'nın Tevhid diniyle tanışan İsrailoğulları dahi, Hz. Musa’nın yokluğunda ilk fırsatta Samiri’nin rüzgâr karşısında böğürme maharetine sahip Buzağısına tapmaya başladılar. Türkler de Ergenekon gibi destanlarında tanrısal güçlere sahip bir kurdun Türkleri yok olmaktan kurtardıklarına inandılar.
Tanrısal bir ruhun insanda vehmedildiğini, Hristiyanlıkta veya Yahudilikte de görürüz. Hz. İsa ve Hz. Üzeyir'e olağanüstülük atfettiler. Kur’an’a göre Hz. İsa, kelimullahtı. Yani Allah’ın kelimelerinden idi fakat bu kelime Allah değildir. Üzeyir’i (r.a) Allah’ın oğlu olarak gördüler. Mucize ve kerametler pek çok insanın, insanüstü ilah olarak algılanmasına sebep oldu. “Hulul” başka bir şeydir Ruhullah olmak başka bir şeydir. (Tahrim, 12; Sad, 72)
Şirklerin temelinde hulul var
Aslında bütün şirklerin temelinde “hulul” vardır. Hulûl “ilâhî zâtın veya sıfatların yaratıklardan birine, bir kısmına yahut tamamına intikal edip onlarla birleşmesi, Allah’ın insan veya başka bir maddî varlık görünümünde ortaya çıkması” diye tanımlayabiliriz. (İslam Ansiklopedisi, Mezkûr Madde)
Aslında Mekke’deki müşriklik ile Hz. İsa’ya kutsiyet atfetmek arasında fark yoktur. Mekke’nin müşrikleri ne diyorlardı: “Biz bu putların içindeki ruha inanıyor ve tapıyoruz.” Fakat bir taşın içinde tanrısal bir güç olsa en azından konuşmadan, duymadan tutun da, tabiat olaylarının sevkine varana dek bir dizi olağanüstülük sergilemeleri gerekmez miydi? Fakat insanoğlu içindeki yansıma (Bakara, 19), hayal, zan (En’am, 116) içselleştirme (Ali- İmran, 7) ve aşırı muhabbet (Bakara, 165) imal-i fikir (Müddessir, 16) sonucunda ağaçlardan bile tanrı çıkartabilir.
Hz. Osman (r.a) Efendimiz döneminde ortalığı karıştıran ve Osman Efendimizin ölümüne kadar varan olaylar zincirinin tetiklenmesinde baş sorumlu Yahudi kökenli İbni Sebe, gezdiği dolaştığı memleketlerde Hz. Ali’nin ilahlığını, tanrının Ali Efendimizin ruhuna girdiğini iddia edip durdu. Gerçi Ali Efendimiz (r.a) halife olduğunda İbni Sebe’yi yakalatıp öldürerek yaktırmak istedi fakat, taraftarları artar diye sadece Medain’e sürdürdü.
“Abdullah b. Sebe, Hz. Ali’nin ölmediğini, onda ilahî bir cüz bulunduğunu, onun bulutlar üzerinde geleceğini, gök gürültüsünün onun sesi, şimşeğin de tebessümü olduğunu, yakında yere ineceğini ve zulümle dolan yeryüzünü adaletle dolduracağını ileri sürmüştür.” (Eş’arî, Ebu’l Hasan Ali. İsmail, Makâlatu’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfu’l-Musallîn (Muh. Naim Zerzûr))
“İnsanlık” denen bir tanrı oluştu
Bugün ise kutsiyet atfetme yer değiştirdi, mahiyeti farklılaştı. Daha çok, insan ve tabiat üzerinde tanrılık temerküz etti. Aslında Allah’ı devre dışı bırakarak insanı merkeze koymanın sıkıntılarını yaşıyoruz. İnsan hakları, hürriyeti, kendi kendine yetmek insanlığı hedef alarak bütün hayatımıza yön vermeye kalkmak “insanlık” denen bir tanrının oluşmasına sebep oldu. Eskiden bir tane Bahaullah(1817-1892) vardı, şimdi ise neredeyse her bir fert Bahaullah’a dönüştü.
Mekke müşriklerinin döneminde müşriklerin putu dışarda, Kabe’de veya vadilerdeydi. Şimdi ise putlarla müşrikler arasındaki mesafe kalktı müşriklerle putlar aynileşti. Artık yaşam alanlarımız kibir profili yüksek putlarla doldu.
Hayatını Allah’ın yoluna adar gibi insan hakları aktivisti olarak hayatının gayesi haline getirmek moda oldu, trend haline geldi. Sanki tarihin derinliklerinde mitolojiler dünyasındaki Yunan tanrıları şekil ve kalıbından sıyrılarak günümüzün yürüyen ilahları haline geldiler.
“İstediğim gibi yaşarım, kimse bana karışamaz”
İnsan suret ve kıyafetinde taştan yapılan Prometheus ve Zeus,hiç olmazsa Yunan’da dışarıuda, tabiattaydı. Bu yeni dinle, Tanrısal ruhlar her birimizin özüne yerleşti ve nefislerimizle sentezlenerek eriyik haline geldi. “İstediğim gibi yaşarım, kimse bana karışamaz. Kendimi ben kendim var ettim. Herkesten daha değerliyim. Bana kimse engel olamaz” gibi yaklaşım tarzları ile asrımızın insanı Yunan mitolojilerindeki gibi bir ilaha dönüştü. Hristiyanlıkta sadece 3 insan ilahlaşırken günümüzde ise ipini koparan her birey kendi kendinin ilahı, Tanrısı haline geldi. Ruhunun kutsallığından mütevellit kendine iman eden bireyler türedi.
Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerine göre, bir içerde diğeri dışarda iki düşmanımız vardır; inancımızın düşmanları, tağutları... Biri içerde ego diğeri ise dışarda tabiattır:
Ene ve tabiat tağutundan kurtulmanın tek yolu isim, sıfat ve fiilleri ile Allah hakkında sağlam bir akideye sahip olmaktır.
Evet tarih şahittir ki yaratılış Zat-i Ehad’e(Allah) verilmediğinde yaratılan her bir zerre ve çiçek veya canlılara tek tek uluhiyet, ilahlık atfetmek, vermek zorunda kalırız.
“Eğer zîhayat üstünde görünen o nakş-ı acib-i san’atı, o nazm-ı gar ib-i hikmeti ve o tecellî-i sırr-ı ehadiyeti, Zât-ı Ehad-i Samede verilmediği vakit, herbir zîhayatta, hattâ bir sinekte, bir çiçekte nihayetsiz bir kudret-i fâtıra, içinde saklandığını ve her şeyi muhit bir ilim bulunduğunu ve kâinatı idare edecek bir irade-i mutlaka onda mevcut olduğunu, belki Vâcibü’l-Vücuda mahsus bâki sıfatları dahi onların içinde bulunduğunu kabul etmek; adeta o çiçeğin, o sineğin her bir zerresine bir ulûhiyet vermek gibi, dalâletin en eblehçesine, hurâfâtın en ahmakçasına bir derekesine düşmek lâzım gelir.”(22. Söz, ikinci Makam)
Tabiat da bugün Batı dünyasının tanrısıdır. Şehircilik ve tabiata dokunmama onda bir tanrısal gücün ve ruhun vehmedilmesinden kaynaklanır. Üstadımızın neden “Tabiat Risalesi” gibi bir risaleyi kaleme aldığını idrakle mükellefiz. Bugün özellikle Batıda “tabiata” inanan, onda bir ruh olduğunu varsayan kerameti kendinden menkul bir inanışla karşı karşıyayız. Dolaysıyla doğa ve tabiata Batılıların verdiği değer ve kıymet bir tesadüf değildir. Tabiata olan saygıları basit bir saygı değildir, belki bir tapınmadır.
Çünkü Batı panteisttir. Panteizm nedir o zaman? Genel geçer tariflere göre “Panteizm, genellikle monizm ile ilişkili bir kavramdır. Panteizmde her şey Tanrı'nın bir parçası olarak kabul edilir, Tanrı her şeydir ve her şey Tanrı'dır. Tanrı doğada, nesnelerde, insan dünyasında vardır.” (Vikipedi)
Bizde Allah ile aramızdaki seviyeyi belirten ve Asay-ı Musa eserinde ise yaratılışın gayesi olarak ifadesini bulan; iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhani, Batı Panteizminde tabiata (doğa), karşı yaşanan veya yaşanması gereken halleri ifade eder. İman-ı billah gibi tabiattaki Tanrısal ruhun yüceliği kabul edilir. Marifetullaha bedel fizik, kimya gibi vesilelerle tabiat bilgisi önemlidir. Muhabbetullaha bedel tabiata karşı aşıkane bir sevgi vardır. Zevk-i ruhâni ise tabiatın muhteşemliği karşısında hayran kalıp başımızın dönmesidir.
Bugün Avrupa'ya gidip de onların doğaya ve yeşile verdikleri değer ve titizlik karşısında şaşkınlık duymayan, hayran kalmayanımız yoktur. Çoğumuz sanırız ki Batının bu doğa sevgisi ve yeşili korumadaki titizliği salt akıl ve muhakemelerinden kaynaklanır. Halbuki onlara göre doğa muhakkak korunması gereken bir totem veya bir tanrı gibidir. Hinduların ineklerine dokunmak nasıl mümkün değil ve suçtur, günah bir davranıştır. Batılıların anlayışına göre de doğaya, yeşile tabiata dokunmak, onu bozmak cezalandırılması gereken aşağılık bir davranıştır. Çünkü tabiat onlarda belki çoğu farkında veya değil içine ruhun girdiği canlılığı veya kerameti kendinden menkul bir tanrıdır, ilahtır, totemdir.
Eğitim dünyasında dahiyane fikirlerin mucidi olan Emile Zola, hayatının son senelerini tabiatta, yeşillikler arasında, aşırı muhabbet ve hayranlık duyarak geçirdi. Tabiatın büyüleyiciliği Onu kendine hayran bıraktı. Öyle panteist şairler vardı ki Batı’da, her gün kalemini defterini alıyor, mesai yapar gibi tabiatın yeşilliğin içine masasını kurarak akşama kadar çalışarak şiir yazarlardı.
Batı’nın yeşili korumadaki titizliğin altında aynı düşünceler vardır. Şimdi düşünün, bir kimsenin gelip bizim mescitlerimizi veya Kabe’mizi tahrip etmesi zarar vermesi bizi ne kadar derinden üzer rahatsız eder, aynen öyle de panteist bir anlayışa sahip olan Batılıları da tabiatın tahribi, yeşilin yok edilmesi rahatsız eder, galeyana getirebilir. Çevrecileri bir de bu açıdan ele alıp incelemek gerekir.
Aslında yeşil vadilerin ve başımızı döndüren muhteşem tabiatın bizde de korunması, dokunulmaması gerekir. Bir ilah olduğu için değil kâinat kitabı hükmünde olup Rabbimizin eseri, kitabı fermanı olduğundan korunmasında titizlik gösterilmesi gerekir. Fakat dinimizdeki lakaytlık ve laubalilik tabiat görüşümüze de yansıdı, dinimizi tahrip ettiğimiz gibi yaşam alanımız olan tabiatı da tahrip etmekte bir beis görmedik. Üstelik arz dediğimiz tabiatın bizim inancımızda mescitten bir farkı da yoktur. Çünkü önceki peygamberlere verilmeyen bizim peygamberimize verilen beş şeyden biri, yer yüzünün Müslümanlara mescit kılınmış olmasıdır. (Sahih Hadis, Müttefekun aleyh)
Tabiatı tahrip eden, mescid tahrip etmiş gibi olur
Tabiatı tahrip eden, bu hadisi şerife göre Allah'ın Kabe’sini veya mescitlerinden bir mescidini tahrip etmiş gibi olur. Fakat dünya ve ahret hayatını temel kaynağını besleyen Müslümanlıktaki zayıflık Müslümanlar olarak çarpık, menfaatçi, çıkarcı ve bencilce bir hayat tarzını benimsememize sebep oldu.
Evet, tarihten günümüze putlar geçidi devam ediyor. “Hulul” her değdiği nesneyi ve varlığı puta dönüştürdü. Samiri’nin buzağısından sonra hulul, günümüzde insanlara ve tabiata da bulaştı. Öyle ki bazı siyasetçilerimizin yüzüne bakmak sevap, bedenlerine dokunmak ibadet oldu. Bu putları yok etmek için tevhit yolunu açan Risale -i Nur gibi nurdan bir elmas kılınca ihtiyaç var.