Kılıç yarası geçer de dil yarası geçmez, demişler. Dil yarasının damlaları senelerce akmaya devam edebilir. Büyük ayrılıkların, yıkılan yuvaların, sönen ocakların, savrulan hayatların altında gönlümüzde açılan dil yaraları vardır.
Kılıç gibi sallanarak ruhumuzu yaralayan dil yaralarını yine dille tedavi etmek mümkün müdür? Belki.
Dilin ruha attığı kesikler bazan zaman ilacına da isyan eder. Zamanla dilin açtığı yaralar bilakis iltihap bağlar, kansere dönüşür. “En büyük ilaç zamandır” sözü pek ruhani yaralar için pek de geçerli değildir. Yüze vurulan tokatlar unutulur da ruha atılan tokatlar unutulmaz. “Kurt kışı geçirirmiş fakat yediği ayazı unutmazmış.”
Anlatılan hikâyeye göre; hocası sebepsiz yere şehzadenin yüzüne kuvvetli bir tokat atar. Aradan yıllar geçtikten sonra şehzade Sultan olur olmaz hocasını tahtına çağırtır ve yıllar önce atılan tokatın hesabını, sebebini sorar. O da; “Kabahatin olduğu için o tokadı atmadım.” der. “Ya niçin o tokadı o zaman yedim hocam” diye sorar. Hocası da: “Bak der yıllar önce haksız bir şekilde atılan tokadı unutmamışın. Sen şu an bir sultansın. Güçlüsün, sen de zayıf ve acizlere haksızlık yaparak zülüm edersen yevmu’l kıyamete kadar mazlumlar yaptığın zulümleri unutmaz bilesin” der.
En çok akraba ve dostlarımızdan gelen dil yarası ruhumuzu incitir, kanatır, titretir. Belki de Peygamberimizi(sav) en çok amcasının lafları yaraladı. Acı sözleri bir hançer gibi bağrını delip geçmiş olmalı ki Tebbet Suresi nazil oldu. Bu densizin iftiralarına karşı hak ettiği cevabı direkt Allah verdi: “İki eli kurusun, kurudu da.” (Tebbet Suresi) Halbuki amcasından daha çok onu sözle incitenler, zarar verenler oldu fakat Kuran bizzat onları hedefe koyup isimlerini zikrederek Tebbet Suresi’ndeki gibi tehdit ederek cevap vermedi. Çünkü yakınların eziyeti, uzakların eziyetinden daha ağırdır, daha katmerlidir.
Bedirden önce Bedir, Uhud'dan önce Uhud yaşandı Mekke'de. Mekke Medine'nin çekirdeğidir. Ağaç Medine’yse tohumu Mekke'dir. Mekke'de yapılanlar Medine'de vücut buldu. Medine hicret yolunu Peygamberimiz(sav) Hira Nur dağından evine giderken yürüdü. Medine mescidi Erkâm’ın evinden fışkırdı. İlk mescit ilk mabetti Erkam’ın evi. Mekke'de üç senelik boykota karşı kendini korumaya çalışan Müminler, Medine'de düşman taaruzuna karşı hendek kazmak zorunda kaldılar. İlk yurt ilk vatan Hatice’nin eviydi. Peygamberimiz (sav)’in arkasında Hatice ve Hz. Ali’nin namaza durdukları bu ev zamanla Arap yarımadası kadar büyüdü, gelişti.
Dil ile ruhlara vurulan iftira ve karalamalar Medine’de savaşlara dönüştü. Karalamaların yerini yaralamalar aldı. Ruhları yaralayan dil savaşları olmasaydı Bedir, Uhud ve Hendek savaşları olmazdı. Aslında dilde mağlup olanlar derken dinde de mağlup oldular. Öyle ki Bazı Araplar; “festakim kema umirte” gibi ayetlerin belağatına secde etmek zorunda kaldı. Dil savaşları kılıç savaşlarına dönüşmesin diye çok düşündüler. Toplantı üzerine toplantılar yaptılar. Kestiler biçtiler. Bediüzzaman'ının ifadesiyle; "Muaraza-i bilhuruf mümkün olmadı, muharebe-i bissüyufa mecbur oldular."
“Panayır mevsiminde dışardan gelen misafir ve tüccarlara karşı Peygamberimizin tebliğindeki etkiyi kırmak ve karalamak amacıyla Müşriklerin ele başları Velid Bin Muğire’nin evinde bir araya geldi. Velid:
-Ey Kureyş cemaati! Biliyorsunuz ki hac mevsimi gelip çattı. Buraya gelecek olan Arap topluluklarına karşı adamımızla alakalı fikir birliğine varalım ki sözlerimiz tutarlı olsun.
-Önce sen ey Abdişems’in babası. Sen ver kararını da biz de ona göre senin dediklerini etrafa yayalım. Velid yok dedi önce sizi dinleyeyim, ne diyorsunuz?
-Ona “kâhin” diyelim.
-Hayır vallahi de bu asla tutmaz.
-O zaman “mecnun” diyelim.
-Yo O mecnun da değil.
-Öyleyse “Şair” diyelim.
- Hayır şair de değil. Konuştukları şiirin aheng ve veznine de uymuyor.
-Peki öyleyse “sihirbaz” diyelim.
-Sihirbaz da değil. Çünkü düğümlere falan okumuyor da.
Dediler ki:
-Abduşşems neden bizi uğraştırıyorsun. Sen ne düşünüyorsun?
Bana mühlet verin düşüneyim. Düşündü düşündü. Ortalığa sessizlik hâkim oldu.
Yemin olsun O’nun sözlerinde ayrı bir tat, bir cazibe var; kökü sağlam ve bol ve bereketli meyveye gebe! Bu konuda siz ne derseniz deyin doğru olmadığı çabucak ortaya çıkar. Söyledikleriniz arasında O’nun için en uygun olanı “sihirbaz” kelimesidir. Öyle ki bir söz söylüyor ki onunla baba ile oğlun; adam ile karısının ve insanlarla kabilesinin arasını açıyor.” (Efendimiz, Reşit Haylamaz)
Karalamak için istişare yaptılar. İftira etmek için kafa kafaya verdiler. Bu normal bir durum mudur? Kim yapar böyle bir toplantıyı. Falancalara ne iftira atalım diye hiç toplandınız mı siz. Veya nasıl karalasak da onları toplumun içine çıkamaz hale getirsek diye bir araya gelmiş bir cemiyette bulundunuz mu? Kim olursa olsun biz gerçekten yoldan çıkmış zalimler hariç birilerinin aleyhinde toplandığımızı hatırlamıyorum. Fakat şu masumlar cemiyeti olan hizmet hareketi için demediklerini bırakmadılar. Güneş yüzü görmemiş iftiralar atıldı. Ne hainliğimiz kaldı ne teröristliğimiz. Firak ı dalle dendi. Daha ne olsun. Bilinçli ve profesyonelce atılan iftiraları toplasanız bir kitap olur, sözlük olur.
Hizmet hareketi ile alakalı sosyal olan veya olmayan medyası ile iftiralar karalamalar, lekelemeler, iftiralar nerdeyse 10 yıl oldu durmadı dinmedi. Demek ki çağın Velit Bin Muğireleri hala toplantılar düzenliyor, istişareler yapıyor, güneşleri balçıkla nasıl sıvarız diye ellerinden geleni artlarına koymuyorlar.
“İsterler ki Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürüversinler; ama inkârcılar hoşlanmasalar da Allah nurunu muhakkak tamamlamayı istiyor.(Tevbe, 32)
Ağızla söndürmek, iftira ve gıybetler ederek karalamada bulunmak demektir. Halbuki çoğu zaman üflemek ocaktaki koru çoğaltır. İstenmez fakat meraklı gönüllere ulaşan iftiralar bazen at sineği etkisi yapar.