Hocam ve Üstadımın tarihi misyonu

Hüseyin Odabaşı

Hüseyin Odabaşı

06 Mar 2025 16:02

  • Hocaefendi kimdir ve Bediüzzaman'ın misyonu nedir? Onları tanımak için doğru tespitlerde bulunmak ve iyi bir sosyolojik okumada bulunmak gerekir. Osmanlı devletinin tarih sahnesinden silinip gitmesinden sonra, 4 asır dünyada tek söz sahibi bir devletin omuzladığı dinin ve İslam’ın ağır yüklerini bu iki dev insan sırtlanarak yüklenmek zorunda kaldı. Çünkü Osmanlı Devleti son birkaç asrı istisna edecek olursak, şer-i şerife göre çalışan bir hukuk ve sosyal yapıya sahipti. İsyan eden bağiler dahi “şeriat isterük” gerekçesiyle ayaklanırlardı. Piyer Loti gibilerinin de hayran kaldığı üzere, toplumun çok yüksek bir ahlak yapısı vardı. Yani Osmanlı tarih sahnesinden çekilirken tüm bu maddi ve manevi yüklerini kendi gibi bir devlete veya devletlere bırakamadan gitti.

    Osmanlının İslam adına temsilciliğini yaptığı emanetleri kendinden sonra kurulan laik Türkiye Cumhuriyeti de sahiplenmedi. Bilakis Cumhuriyetin ilk on yılları zaten redd-i mirasla geçti. Osmanlının dinden kaynaklanan bütün bağlarını inkılap ve laiklik testeresiyle kesti biçti. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, şer-i şerife göre hareket eden Osmanlının kapitülasyon borçlarının dışında hiçbir şeyini kabullenmedi.  Ve böylece İslam ve Kuran davasıyla beraber sahipsiz kaldı.

    Bir devletin İslam’a sahip çıkmasının gerekliliği tartışılabilir. Dinimizin hayatiyeti adına illa bir devletin sahiplenmesine temsiline ihtiyaç var mıdır? Dinimizin sahibi Allah’tır, zaten o sahip çıkar. Doğru lakin Allah(c.c) da dünyadaki icraatlarını sebepler tahtında icra etmiyor mu? Mekke döneminde Peygamberimizin (sav) ziyafetler tertip edip akabinde; “Ben bir peygamberim.  Yok mu bana sahip çıkacak?” diyerek destekçi aradığını siyer, söylüyor, yazıyor. Efendimizin (sav) Taif kentine ziyaretinin sebebi de kendisine bir hami (koruyucu) aramaktı. “Allah’ın (c.c) peygamberi, Allah varken başkalarından himaye mi bekliyordu?” şeklinde düşünebilir miyiz? Himayenin şartlarına riayet etmekle Allah’ın himayesine müracaat etmek aynı şeydir. Dükkân açmanın Allah’tan rızık istemek anlamına gelmesi gibi. Allah’ın dünyada bizim için koyduğu sebeplere riayet edip saygı göstermek, Allah’a saygı göstermekle aynı anlama gelir. Tevhit akidesi gereği sebeple müsebbibi hulul sapıklığına girmeden cem etmek gerekir. Zira sebepleri yaratan da onlara riayet ederek iş yapmamızı dua ahlakı gereği isteyen de Allah’tır.

     

    Peygamberimiz (sav) Mekke’de Müslüman cemiyetinin zayıf olduğu dönemde azgın ve bağiler karşısında; "Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sığınsam" (Hud, 80) temennisini içinden geçiren Hz. Nuh gibi, hep kendisine arka çıkacak kudretli ve güçlü sosyal bir yapı aradı durdu. Bu arayış Medine İslam devletini kurana dek devam etti. Fakat Peygamberimizin (sav) Medine Site Devletini kurduktan sonra peygamberlik vazifesini daha rahat yapabilmesi için sırtını dayayacağı Mekke’deki gibi bir toplum, cemiyet veya kabile aradığını bilmiyoruz.

    İslam’ın devletsiz kalmasının ne anlama geldiğini daha iyi anlamak için biraz gerilere asr-ı saadet döneminde dolaşmaya devam edelim. Bu dini Peygamberimiz (sav) tebliğ ettiğinde devlet seviyesinde bir organize yoktu. 13 sene böyle geçti daha sonra Hicretle beraber Medine’de Müslümanlar devlet oldular ve orada yaşayanlarla beraber Medine Vesikası Anlaşmasını bir anayasa olarak temin ve tesis ettiler. Müslümanların devletleşmesini temin eden bu hicretin önemine binaen hicreti, Hz. Ömer, kendi döneminde takvimin başlangıcı olarak kabul etti. Buradaki ince ayrıntıya dikkat etmek gerekir. Hicri takvimin başlangıcı peygamberliğin geldiği, Kuran’ın indiği ve dolayısıyla İslam’ın bir din olarak doğduğu tarih değil de devletleşmeyi netice veren Hicret kabul ediliyor. Ve Medine’de devletleşen İslam Osmanlı devletinin yıkıldığı 1918 yılına kadar da hiçbir zaman devletsiz kalmadı. Yani İslam devletsiz intişar ettiği Mekke dönemine 1918’den sonra yeniden geri döndü. Bugün Ortadoğu'daki Müslümanların halk olarak yoğun yaşadığı devletlerin durumuna bakınca Mekke dönemindeki halin halen daha devam ettiğini tespit olarak yapabiliriz. Günümüzde zalim idareler altında ezim ezim ezilen Müslümanların yaşadığı günümüzdeki felaketli dönem, asr-ı saadetteki Medine döneminden daha ziyade azgın müşrikler tarafında hakları gasp edilen Mekke dönemine daha çok benzer. 

    Osmanlı, devlet olarak tarih sahnesinden giderken bıraktığı maddi ve manevi yüklerin sadece manevi ve ahlaki kısmına Üstadımız sahip çıktı, varisi gibi davrandı. Harekâtını bu isabetli realiteye göre şekillendirdi. Zira Üstadımız dahi (deha) de olsa, manevinin yanında maddi mirasına sahip çıkmanın imkân ve fırsatı yoktu.  “Elimizde nur var topuz yok” derken Üstadımız, İslamiyet’in devlete ait yüklenmesi gereken yüklerini küçük bir cemiyet olarak taşıyabilmenin mümkün olmadığını, dahası şartlar itibarıyla böyle bir işe kalkışmanın anlamsız olduğu ifade etti. “Artık maddi kılıç kınına girdi” tespiti de aynı gerçeği ifade eden günümüzde dahi önemini koruyan mega bir bir stratejidir.  

    Evet, bu Hulefa- i Raşidin’le, Emevilerle, Abbasilerle ve Osmanlı Devleti gibi pek çok devletle hayatın bütün alanlarında temsil edilen Dinimizin emanetlerini Üstadımız ve Hocamız sırtlanmak zorunda kalırken yanlarında onlara destek verecek ağırlığı olan kimseler de mi yoktu? Mücadelelerinde yalnız mı kaldılar?  Veya yalnız mı bırakılmıştılar? Evet, bu devasa yükler ve emanetleri taşıma, yayma, geliştirme ve gelecek nesillere aktarma hususunda herhangi bir devlet bulunmadığı gibi, Üstadımızın ve Hocamızın talebelerinden başka bu yükü yüklenecek kimselerin olmadığını ispat sadedinde ben bir iki anekdot aktarabilirim. Yani Osmanlı’dan kalma o günün aydın ve alimleri Üstadımızın yanında yer alsaydı, belki emanetleri kaldırmak bu denli bir çileyi ızdırabı gerektirmezdi.

    Bir gün, Sebilurreşad Dergisini çıkartan Eşref Edip, İstanbul ve Meclis günlerini işaret ederek; “Biz der Mustafa Kemal’e karşı Bediüzzaman'ı yalnız bıraktık. Ona, bizi bu adamla karşı karşıya getirme de ne yaparsan yap dedik. İnkılapların bu kadar derin ve zarar vereceğini ondan başka ön gören olmadı. Din iman namına Mustafa Kemal’in karşısında onu yalnız bıraktık. Zulüm ve baskı her tarafa yayıldı. Biz ona destek vermemekle ne büyük bir hata yapmışız.” Yani Üstadımız yalnızdı.

    Yeni Cumhuriyetin baskısı karşısında istiklal Marşını kaleme Mehmet Akif ve dostu Mustafa Sabri Efendi bile Anadolu’yu terk edip Mısır’a göç etmek zorunda kaldı. Yıllar geçti. Vatan hasreti ile yanıp tutuştular. Sabri Efendi’nin bir talebesi “Anadolu’ya gideceğim bir isteğiniz var mı?” diye sorunca;

    “Cebinde de olsa Çorum leblebisi veya Adana karpuzu getirebilir misin? Bir de Bediüzzaman’ı bulup elini öperek bize hakkını helal etmesini söyler misin! Çünkü biz Onu Anadolu’daki mücadelesinde, davasında yalnız bıraktık, hakkını helal etsin” diye cevap verir. 

     

    Eşref Edip gibiler ve daha sonra bütün halk tabi, ezanlar dahi bütün bir Anadolu sathında dini emirleri yasaklanınca, işin ne denli tehlikeli bir boyutta olduğunu ancak o zaman anlayabildiler.   

    Şimdi düşünün; Şer-i şerife göre bir nizamın temsilciliğini yapma misyonunda olan bir devlet, Birinci Dünya savaşının sona ermesiyle sona ermiş. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti de dinin hiçbir umdesine sahiplenmemiş, bilakis sanki ona karşı savaş ilan etmiş. Bir anlamda ip kopmuş tesbih dağılmış. Bu tesbihin danelerini bir ipe dizmeye kalkmışınız fakat bir Allah’ın kulu size yardıma gelmemiş. Ve neticede Peygamberimizden (sav) beri daha çok devletlerle taşınan bu ağır emanetleri Üstat ve Hocamız gibi birkaç harika insan taşımak zorunda kalmış. Tam da Necip Fazıl’ın dediği gibi:

    “Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
    Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine”

    Hocamızın ve Üstadımızın misyonunu, yüklenmek zorunda kaldığı emanetlerin ağırlığını ve neden bu derece ızdırap çekmek zorunda kaldıklarını Osmanlının gidişi ile izah ediyorum. Devletlerle taşınabilen emanetleri sırtlanmak zorunda kaldılar. İsterseniz Üstadımızın vakıa-ı sadıka diye anlattığı rüyasını bir de bu nazarla dinleyelim, idrake çalışalım:

     

    “Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır.

    Dedim: ‘Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir.’

    Birden, o hâlette iken, baktım ki, mühim bir zat bana âmirâne diyor ki:

    ‘İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et.’

    Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.” (Mektubat, s. 624)

    Şimdi de Hocamızın vaazlarından önce kasetlerinde seslendirilen şiirini dinleyelim:

    “Yine hicran dolu günleri andım,
    Yıllar gözyaşına karışıp gitmiş.
    Ürperdim ve yerimde kalakaldım,
    Dostlar düşmanlarla barışıp gitmiş.

    Yüzerken millet derin uykularda,
    Kaybolup gitti değerler ard arda...

    Kan-ter var mâzinin şakaklarında,
    Demir bukağılar ayaklarında;
    Acı bir tebessüm dudaklarında;
    Ne kızıl bir rûhla çarpışıp gitmiş...

    Ufukta hâlâ yer yer karanlıklar,
    Ama geceden sonra gündüzler var...

    Hazan esmiş, bütün bağlar bozulmuş,
    Sararmış yapraklar, çiçekler solmuş,
    Yiğit ölmüş, küheylânı yorulmuş,
    Koca bir ifritle savaşıp gitmiş.

    Dönüp gelse de o çok uzaklarda,
    Gözlerim hep hülyâlı şafaklarda...

    Bir zamanlar parıldayan o tâçlar,
    Tâcdârlara sîne açan yamaçlar;
    Altın yamaçlarda zümrüt ağaçlar,
    Hicran kervanına ulaşıp gitmiş.

    Kıvılcım var, o ürperten sönüşten,
    Kıvılcımda mesajlar var dönüşten...
    06 Mar 2025 16:02
    YAZARIN SON YAZILARI