Peygamberimiz’den (sav) günümüze Müslüman topluluk ve cemiyetleri açısından her ölümü, bir diriliş takip etti. Hulefai Raşidin’den sonra bayrağı Emevîler aldı. Sonra Abbasiler, Selçuklular ve derken Osmanlılar... Kuvay-i milliye ruhuyla meydana gelen dirilişi de bu deftere kaydedebiliriz.
Nebevi beyan var, yeniden dirilişimizi garanti ediyor: Habbab b. Eret (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.), bir gün namaz kıldı ve o namazı uzattı. Bunun üzerine Ey Allah’ın Rasûlü bugüne kadar kılmadığın uzunlukta bir namaz kıldın dediler. Rasûlullah (s.a.v.): Evet bu; korku ve ümid namazı idi. Bu namaz içerisinde ben Allah’tan üç şey istedim ikisini bana verdi; birini vermedi. Allah’tan ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim bunu bana verdi. Düşman güçlerinin ümmetimin başına musallat olmamasını istedim, bunu da bana verdi. Üçüncü olarak da ümmetimin birbirine düşürülmemesini istedim bunu bana vermedi dedi. (Müslim, Fiten: 5)”
Yeniden dirilmek yüz yıllık rüyamız ve hülyamız. Ayetlere, hadislere bir kendimize bir de çağa bakıyoruz. Biz de bir gün dirilebilir miyiz? Bunca sahte dirilişler arasından sıyrılabilir miyiz? Nur 55. ayet, “korkulu günlerden sonra ben sizi emniyetli ve güvenli günlere ulaştırırım” diyor Allah. Başka bir ayette; “salih kullarımı yeryüzüne varis kıldım” (Embiya,105) diyor. Biz bu kadar salih miyiz, dirilecek ve diriltecek kadar. Allah diyoruz, Allah! O diriltmek istedikten sonra kim mâni olabilir ki!
Tarihte belinin üzerine doğrulan medeniyetler nasıl dirildiler, nasıl ayağa kalktılar. Mesela 400 çadır Kayı boyu 6 yüz senelik bir medeniyet olarak vücut bulacağından haberleri var mıydı? Nasıl dirildi ve nasıl hayat buldular? Gerçi ayetine göre dirilebilmek için Allah sevgisi, müminlere karşı azami tevazu, düşmanlara karşı izzet ve kınayıcının kınamasından korkmamak gerek. Fakat bu soyut gerçekler somutlaşmalı, tarihin oyun sahnesinde görev almalıdır.
Aslında dirilişin donelerine tam vakıf olmak mümkün değildir. Doğumdan önce insanlık, ceninin durumunu, halini pek idrak edemez. Tohum toprağın üzerine filizler şeklinde boy attıktan sonra çıplak gözle olan biteni görmek mümkün olsa da toprağın altında çekirdeğin nasıl ve ne şekilde bir safhalar geçirdiğini anlamak idrak etmek hatta bu oluşum ve tekevvünü takip etmek mümkün olmaz.
Ana rahmine düşen bir cenin gibi bazı cemiyetler veya milletler toplumun rahm-i maderine düşer. İlerdeki alacağı vaziyet nasıl cenin genetiğinde yazılıdır aynı şekilde toplumun rahm-i maderine düşen bir millet veya cemaatin de ilerdeki alacağı vaziyet; ne kadar ömrü olacak, nasıl bir misyon eda edecek, toplumun kaderinde ne kadar etkin olacak o topluluğun mahiyetinde yazılıdır. Fakat bu yazıları toplumun henüz rahminde bir hayat yaşamakta olan bir cemiyetin mahiyetinde idrak etmek, okumak öyle kolay olmaz. Örneğin Fatih devrindeki Osmanlı Devleti’nin savaş, barış ve yaşayışlarını tarihçilerin rivayetlerinden anlamak ve takip etmek mümkün olsa de Ertuğrul Gazi’nin ve bir oymak aşamasında olan Oğuz boyunun diğer beyliklerden farkını ilk bakışta anlayamayabiliriz. Çünkü henüz azalar, uzuvlar tam teşekkül etmemiştir ve dahası cemiyetin rahim içinde yaşadığı hayat dış dünyaya gayet kapalıdır. Bu nedenle bir milletin emekleme devresine ait tarihi kayıtlardan daha ziyade liderin vasıflarının abartıldığı menkıbeler, ustureler, destanlar ve mitolojiler vardır.
Fakat tüm bu zorluklara rağmen yeniden basü badel mevt yaşamak isteyen bizlerin makûs talihimizi değiştirmek adına takip etmemiz gereken yolu, metodu, daha iyi anlayabilmek için insanlık tarihinin kaderinde söz sahibi olmuş olan toplumların bidayet ve başlangıçlarındaki vaziyetlerini bilmek, anlamak ve idrak etmek faydalı olabilir. En azından onlarla kendimizi mukayese ile muhakeme şansını yakalayabiliriz. Ana rahmindeki cenin, toprağın altındaki tohum veya yaprakların arasındaki sümbül, tarih sahnesine yeni çıkmış olan medeniyetlerin rahmindeki kabilelere veya cemaatlere benzerler. İlgisizlik veya şartların kötülüğü yumurtaları bozabilir, toplum rahmindeki medeniyeti düşürebilir, dallara kırağı vurabilir. Güneşli havalardan sonra gelen kar tipi mahsulü mahvedebilir.
Devletlerin kabile aşamasındaki durumlarını inceleyen İbn-ı Haldun'a göre bir kabilenin ilerde nasıl bir vaziyet alacağı, hangi karakteri sergileyip nasıl bir mahiyette ortaya çıkacağı daha kabile aşamasındayken bellidir, tespitlidir. Söylemler o medeniyeti ele verir. Karakterlerinde mündemiçtir. İlerde maruz kalacağı sosyal hastalıklar daha kabile döneminde alamet ve işaretleri ile vardır. Zayıf ve güçlü yanlarını kabile aşamasındayken anlamak mümkündür. Örneğin askerlerin tek hâkim olarak kurduğu medeniyetlerin de karakteri askerîdir, emir komuta zincirine uygundur. Toplum içinde gelişmekte olan hürriyeti başkaldırı olarak görmeye daha meyillidirler.
Disiplin, itaat ve dayanışma geleceğe yürümek isteyen kabileler için önemli bir vasıftır. Siyer tarihi, Halid Bin Velid’in Müslüman olmasını tetikleyen veya onun üzerinde şok etkisi yapan bir olaydan bahseder. 200 kişilik süvari birliği ile Hudeybiye’ye gelen Halid, orada sahabelerin Peygamberimize (sav) olan saygı ve bağlılıkları karşısında çok etkilenir. Peygamberimiz (sav), tıraş olurken saçının telini yere düşürmeden teberrüken alanları, abdest alırken suyunun damlalarını yüzüne gözüne sürenleri görür. Bu olağan üstü saygı savaşçı bir komutan olan Halid'i (a.s) ayrıca etkiler. Mekke müşriklerinin arasına dönünce bu hayret ve hayranlığını gizlemeyecektir: “Ben kisraları, sultanları gördüm, bilirim. Hiçbirine Muhammed'e orada gördüğüm saygının ve sevginin yapıldığını görmedim.”
Pek çok siyer tarihçisine göre, Peygamberimizin (sav) bisetinin bidayeti ile ilgili pek bir bilginin olmadığını söyler. Yani Mekke dönemini Medine dönemi kadar bilmiyoruz. Peygamberimiz ’in (sav) bütün hayatı sıkı kayıt altına alınmış ve siyer-i nebi meydana getirilmiş olmasına rağmen Mekke dönemi ile ilgili Medine dönemi kadar detaylı malumat yoktur. Çünkü Mekke'de onulmaz bir baskı vardı, inananların sayısı azdı. Hatta Medine'ye 178 aile hicret etti. Sayı o kadar azdı. Ve dini hayat kaynağı haline getirmiş olan az topluluğun gelecekteki durumunu o günlerden tahmin ve tespit etmek mümkün değildi. Dolaysıya düşmanlar çok şiddet fazla ve dostlar azsa tedbir ve tenevvür diyerek gizlilik bir hayat tarzı olur. Bu nedenlerden ötürü Efendimiz’in Mekke toplumunu nasıl ve ne şekilde tam organize ettiğini bilmiyoruz. Akabe beyatlarına Medineliler geldi. Medine'den Akabeye gelen ensarın hidayetini de Hz Musap vesile olmuştu. Yani Akabe beyatları Hz Musab'ın çalışmalarının bir ürünüdür.
Medine'deki irşat ve tebliği neticesinde İkinci akabe biatlarına haccetmek ve Evs ve Hazreç kabilelerinden ikisi kadın, 75 Müslümanla Mekke'ye geldi. Efendimizin yanında Hz. Abbas vardı. Peygamberimiz onlardan biat istedi itaat sözü aldı. Peygamberimiz(sav) de onlara; “aranızda her hususta kavimlerinin benim yanımda temsilcisi olacak on iki kişi seçiniz. Musa da İsrailoğullarından on iki temsilci almıştı.” buyurdu. (İbnı Hişam, Salih Suruç)
Arap ırkçılığını biraz önde tutan Emevî Devleti'nin Ali beyte olan zulümlerinden ötürü Hanefi Mezhebinin imamı olan Ebu Hanife etkin bir rol aldı. İmam-u Azam bütün Ehl-i Sünnet imamlarının aksine zalim sultana karşı ayaklanmanın veya isyanın caiz olduğu ile alakalı fetva dahi verdi. (Muhammet Hamidullah, İslam'da Anayasa, sf. 60) Abbasi devletinin kurulmasında İmam-u Azam Ebu Hanife’nin emeği ve katkısı vardır. Yalnız burada İmam-u Azam’ın motivasyon kaynağı Ehl-i Beyt muhabbeti, onlara karşı işlenen amansız zulümlerdir.
İlk Abbasi halifesi Esseffah’a, son Emevî halifesi Mervan’a karşı savaşırken Horasan'daki Türklerden meydan gelen askerler yardım etti. Emevîlerin Arap ırkçılığı yaprak Türkleri “mevali” diyerek horlaması onlara pahalıya mal olmuştu. 120 bin kişilik Mervan’ın ordusu 20 bin kişilik Horasan birliklerine yenildi.
400 çadır veya atlı Söğüt ve Domaniç’e geldi. Bu durum Moğol baskıları neticesinde gelişen doğal bir durumdu. Çünkü Moğollar doğu coğrafyasında yaşayan Müslümanları kılıçtan geçirince büyük Anadolu (Asya Müslümanları) küçük Anadolu'ya sığınmak zorunda kaldı. Bu durum daha çok Müslüman Türkler olmak üzere büyük bir kitlenin preslenerek yer değiştirmesine sebep oldu.
Daha detaylı; daha evvel İran’da Mahan denilen yerde Süleyman Şah idaresinde yaşayan Kayılar, Moğol istilasının etkisiyle Anadolu’ya ve Ahlat’a geldiler. Oradan da Mardin’e 250 km kadar güney batıda yer alan Caber Kalesi yakınında Fırat Nehri’ni geçmeye çalışırken Süleyman Şah’ın boğulması üzerine kollara ayrılarak Anadolu'ya yayıldılar.
Bu sefer Oğuzların Kayı boyundan olan Ertuğrul Gazi yeni yurtlar otlaklar bulmak maksadıyla Anadolu'yu bir baştan bir başa geçti. Bizans'ın dibine akıncı bir ruhla yerleşti. Selçuklu devletine bağlı bir uç beyi olarak atandı. Daha sonra Hicri 699 (Miladi, 1299-1300) yılında Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad Osman Bey’e alem ve tuğ gibi saltanat alametlerini gönderdi. Ve aynı yıl Gazan Han'nın Alaaddin Keykubad'ı hapsedip öldürmesi sonucu Selçuklu Devleti fiilen sona erdi.
Anadolu'ya uç beyi olmak da çare değildi yeterli değildi. Zira Anadolu zaten Anadolu beylikleri ile doluydu. Mecburi istikamet batıydı. I. Murat Bursa Sancak Beyi iken, ağabeyi Süleyman Paşa'nın maiyetinde Rumeli fetihlerine katıldı. Süleyman Paşa'nın Çorlu'da bir sürek avı sırasına 1359'da ölümünden sonra 3 yıl kadar (1359-1362) Beylerbeyi olarak Rumeli fetihlerine devam etti.
Dede Süleyman Şah’la Şehzade Süleyman Paşa'nın kaderi birbirine benzer. Biri Anadolu'ya girerken Fırat'ta atından düşer şehit olur. Torun Süleyman Paşa da Rumeli'ne açılım yaparken atının ayağının kırılması sonucu atından düşer şehit olur. Her ikisi de aslında yeni Medinelerimize açılalım, milletime yeni yurtlar bulayım derken şehit olurlar. Medeniyet tarihçisi değilim fakat medeniyetlerin kurulduğu yerle devletleşip ulu bir çınar gibi göğe doğru ser çektikleri yerler aynı yerler olmayabilir.
Özellikle 15 Temmuz'dan sonra Hizmetin Medine'si de Anadolu’su da demokrasi ve insan haklarının ve hukukun nispeten daha iyi çalıştığı memleketlerdir. Süleyman Şahlarımız, Süleyman Paşalarımız bir Medine'ye göç eder gibi Meriçlerden, nehirlerden geçtiler. Şu an Medine'nde kapısını çalmadık ev bırakmayan Musaplar misali akıncı ruhlara, Mesihi soluklara ihtiyaç var. Zira Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin de dediği gibi maddi kılıç çoktan kınlarına girdi. Medineli olan Medenilere galebe ikna ile olacaktır, icbar ile değil. (Divan-ı Harb Örfi, Hakikat.)