Türkiye’deki bastırma, dayatma ve zulümlerden sonra neredeyse 10 senden beri hizmet insanları yurt dışına çıkarak ve muhaceret hayatı yaşamak zorunda kaldılar. Dili dilimize, örfü ve adetleri hatta dini dinimize uymayan insanlarla topluluklarla beraber yaşamak zorundayız artık. Irmakların denizlere akması gibi kültür okyanuslarına karıştık. Bu ulaştığımız kültür okyanusunda kendi özümüzü mahiyetimizi korumak muhafaza etmek mümkün mü? Veya gerekli mi? İşte tam bu noktada dışardan bakıldığında hiçbir fark yokmuş gibi görülen akışkan ve seyyal olan suların bile denizlerde birbirine karışmadığını özünü muhafaza ettiklerini Kuran-I Kerim söylüyor:
“(Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar. (Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar. (Rahman, 19, 20)
Evet okyanusun derinliklerinde farklı suların birbirine yakın olmalarına rağmen kendi özelliklerini kaybetmemesi gibi biz de farklı renk, farklı dil ve farklı kültürde olsak da asimile olmadan özümüzü koruyarak hayatımıza devam edebilmeliyiz.
“O'nun alametlerinden biri de göklerin ve yerin yaratılması, renklerinizin ve dillerinizin ayrı ayrı olmasıdır. Şüphesiz bunlarda gerçekten bilenler için, alınacak dersler vardır. (Rum, 22)
Demek ki göç ettiğimiz yerlerde özümüzü teşkil eden renk, dil ve dinimizi korumamız gerekir. Başka kültürlerin etkisinde kalarak asimile olarak erimemeliyiz. Kuran’daki ayetlerden ve kainattaki tekvini gerçeklerden özümüzü korumamız gerçeğini öğrendikten sonra bu işin nasılına ve ne idüğüne bakabiliriz.
Muhatap olduğumuz yabancı kültürlere karşı üç türlü tavır veya eğilim içinde olabiliriz. İfrat, tefrit ve hatt-ı vasat. Biz tabi kî; “hayrul umuri evsatuha”(Hadis) denerek orta yol tavsiye edilen bir ümmet olarak istikameti, doğru olan tavrı tercih etmeliyiz. Nedir bu üç tavır:
Birincisi ifrat tavrı; Asimile oluruz diye dışa kapalı bir hayat yaşamak, gettolaşmak ve diyaloğu reddetmek. Hâkim kültürü görmezden gelmek ve gözümüzü gerçeklere kapatmaktır. Bu durum hâkim kültürün güzelliklerinden istifadeyi imkânsız kılar.
Hâkim kültüre karşı bu inatçı tavır en çok bir iki nesil daha sürdürülebilir. Daha sonraki nesiller hâkim kültür ortamında doğup büyüyeceklerinden içe kapanma tavrını daha uzun müddet sürdürmeleri mümkün olmaz. Tavır değişikliği kaçınılmaz olur.
Bu durumun aynısı Türkiye'de Cumhuriyet kurulduktan sonra hâkim ve dayatılan kültüre karşı yaşandı. Dindar Türk milleti, “evlatlarım dinsiz olur” gerekçesiyle çocuklarını okullara göndermedi. Fakat bu tutum bir iki nesil sonra kültür erozyonunu netice verdi. Üstenci ve dayatmacı kültür karşısında nesiller korkunç bir boşluk yaşadılar. Nesiller arası bağlar koptu. Torunla dede birbirini tanıyamaz hale geldi. Çünkü kendine göre sade bir hayat yaşayan mahallemizin evlatları hâkim kültürü yaşayanların eğitim ve teknikle ulaştıkları konfor ve lüks hayatları karşısında kendi kültürlerini sorgulamak zorunda kaldılar. Almanya'da yaşayan Türkleri de bu kategoride değerlendirmek mümkündür.
Tefrit tavrı: Göç, hicret veya gurbetle karşılaştığımız hâkim kültürü temsil eden milletler karşısında daha baştan değişik bir hayranlık sergileyerek kendi kültürümüzden vaz geçmek ve neticede benliğimizi, kültürümüzü yok saymaktır. Burada en önemli etken büyük olana ve güçlüye karşı küçüklerde olan taklit eğilimidir veya meylidir; meylu’t taklittir.
Meylu't taklit her küçük ve zayıfın büyük ve güçlü gördüklerini taklit etme meyli, dürtüsü veya isteğidir. Çocuklar, babalarını kalplerine veya fıtratlarına yerleştirilmiş olan bu meyille taklit eder, özenirler. Güçlü bir imaja sahip olan askerlik, zayıflarda taklit meylini tetiklediğinden asker kıyafetleri giymek bazan toplumda moda olur. Öğrenmede ve gelişimde önemli olan bu meyil abartıldığında taklitçiliğe veya özentiye dönüşerek zararlı hale gelebilir. Hatta kendi varlığını inkara kadar götürür. Peygamberimiz(sav) buyurdu: “Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz/onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler / kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takib edeceksiniz.”
(Hz. Peygamberin gelecekle ilgili bu ürpertici açıklaması üzerine biz sahâbîler) sorduk:
"Ya Resûlellah! (İzlerini takib edeceğimiz bu topluluklar) Yahûdiler ve Hristiyanlar mı olacak?"
Şöyle buyurdu: “Ya başka kimler olacaktı?” (Buhari, Enbiya 50; Müslim, İlm 6)
Hatt-ı Vasat Tavrı; Orta yol: Hâkim veya diğer kültürlere karşı asimile olmadan entegre olmayı kabul eder. Asimile olmamak özünü korumak demektir. Bizi biz yapan özümüzü koruyarak bulunduğumuz toplumun değişik veya farklı kültürleriyle iletişim içine girebiliriz. Çeşitli diyalog yolları arayarak kendimizi ifade edebiliriz. O kültürlerin varlığını da değiştirmeye kalkmadan kendi konumlarında kabul ederiz. Örneğin yemeklerini öğrenir diğer taraftan mutfak kültürümüzün ürünlerini de onlara sunarız. Onların ibadetlerine saygı gösterir fakat onların ibadetlerini yapmaya kalkarak kendimizi komik bir duruma da düşürmeyiz. Çünkü biz renklerin dillerin veya dinlerin Allah'ın müsaadesi ile çeşit çeşit olduğuna inanırız: “O'nun alametlerinden biri de, göklerin ve yerin yaratılması, renklerinizin ve dillerinizin ayrı ayrı olmasıdır. Şüphesiz bunlarda gerçekten bilenler için, alınacak dersler vardır. “(Rum, 22)
Kendi dilimizi, rengimizi, ırkımızı veya göç ederek karşılaştığımız renk ve dilleri buna din dahil yok etmeye kalmak Allah'ın ayetlerini silmeye kalkmak anlamına gelir. İrade ve isteğe dayalı kabullerin dışındaki dayatmalar yanlıştır. Çünkü dayatmalar imanın kabulünün şartı olan iradeyi ortadan kaldırır, hürriyeti yok eder, imanı iptal eder.
Evet ifrat ve tefrite düşmeden kendimiz olarak kalabileceğimiz sosyal alanların varlığına ve şartlarına riayet ederek bulunduğumuz toplumun ortak noktalarına da iştirak etmekle bir orta yol bulmak zorundayız. Yoksa tarih, varlığı ve esamesi kaybolan kültür ve medeniyet mezarlıklarıyla doludur. Ve bu işi en güçlü iletişim aracı olan dille yapmalıyız.
Dilin burada hem asimile olmama hem de entegre olma noktasında iki işlevi vardır. Asimile olmamak için evlatlarımıza veya neslimize Türkçeyi unutturmayacağız; entegre olabilmek için de hâkim kültürün dilini belleyeceğiz. Yani özümüzü muhafaza daha çok dinimizin yanında ana sütü gibi saf olan Türkçemizi de muhafaza etmemize bağlıdır.