Her sorunun bir gerçek sebebi, saiki vardır; bir de yüzeysel görünen sebepleri. Dolaysıyla çözüm ve müdahale de bu iki temel farklılığa göre ya yüzeysel çözümleri olur veya gerçek çözümleri olur.
Bir sorunun gerçek sebeplerine inerek halline çalışmak daha zordur ve ciddi emek, maharet ister. Hatta zaman ister. Bu nedenle bizler sorunlarımızı daha çok kolaylığından ötürü gerçek müdahaleden kaçınır yüzeysel tavır almayı yeğleriz. Fakat daha önemlisi sorunu iyi tanımak ve hangi türden müdahaleyi gerektirdiğini tespit etmek gerekir. Buna biz, basiretle hareket diyoruz.
Doktorlar kalbinde rahatsızlık olan bazı hastalara ilaç kullanmalarını tavsiye eder yani ilaç yazar. Fakat kalp kapakçıkları iflas etmiş bir hastaya ise artık ilaç tedavisi anlamını kaybeder. Basiretli bir doktor bu iki ayrımı yapar ve hastanın ameliyat olmasına karar verir. Fakat ameliyat ilaç kullanmaya göre hem daha riskli hem de daha çok maharet gerektirir. İlaç kullanmanın etkisini kaybettiği yerde bıçak altına yatma riskini zorluğunu kabul etmezsek bu sefer hayatımız tehdit altına girer. Küçük zararı kabul etmemek daha büyük zararın oluşmasına sebep olur.
Kangren olmuş parmak karşısında da aynı şekilde düşünürüz. Kangren olmuş parmağı zamanında müdahale eden doktorlar keserler. Fakat bir ayak kangren olmuşsa hayatı kurtarmak için parmakları kesmek de yeterli olmaz. O ayaktan olduğu gibi kurtulmak gerekir. Ayakkabımızın derisi yırtıldıysa artık ona boya vurmayı düşünmeyiz. Boya vurmaya göre daha masraflı da olsa yenisini almak zorunda kalırız. Kolonları çatlayan binanın temeline kadar inip yeniden yapılması gerektiğini herkes bilir. Kolonları tahrip olan binaya boya vurmak veya sıvasını düzeltmek boşuna bir gayrettir, abesle iştigaldir.
Bediüzzaman da ahlaksızlığın ve namazsızlığın alıp başını gittiği bir memlekette işi iman zarureti üzerinden ele aldı. Çünkü erkanı imaniye olan temeller sarsılmıştı. Namazsızlığın ve ahlaksızlığın sebebi cehalet bilmemek değildi. Eğer Allah’a kulluğu terk etmenin sebebi bilgisizlikten kaynaklansa bu yüzeysel sorunu halletmek daha kolaydı. Fakat imansızlık imanı insanları ibadetten ve Allah yolunda olmaktan menediyorsa yara derinlerde demekti ve dolaysıyla derinlere dalmak işi iman esasları üzerinden ele almak gerekiyordu:
“Risale-i Nur, yalnız bir cüz’i tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki külli bir tahribatı ve İslamiyet'i içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kalayı tamir ediyor ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit aletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkârı ammeyi ve umumun, bahusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeairler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’caziyle o geniş yaralarını, Kur’an’ın ve îmanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor.”
“Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerrep ilaçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki;…"(Kastomonu Lahikası)
Bedir Muharebesi’ne sahabe efendilerimiz savaş etmek için çıkmamıştı. Onların derdi, Medine’nin eteklerinden geçmekte olan kervanda kendilerine ait olan fakat Mekkelilerin gasp etmiş olduğu mallarına sahip çıkmaktı. Fakat bu arada Mekkeliler kervana Müslümanların zara vermesini engellemek için bin kişilik bir ordu yolladılar. Sadece kervandaki kendi mallarına sahip çıkmak üzere yola çıkan Müslümanlar gelişen bu olay karşısında ne yapacaklarını tam kestiremediler. Kervandaki malları alıp geri dönmek kolay bir konuydu ve nerdeyse riski yoktu. Mekke'den gelmekte olan orduyla savaş etmek canın ve malın ortaya konması anlamına geliyordu. Fakat kesin çözüm tatbiki Mekke ordusuyla savaş edip zafere ulaşmaktan geçiyordu. Deve kervanındaki mallar geri alınabilirdi ancak Mekke'nin şirk bataklığını kurutmadan bu ve benzeri zarar verici olayların tekrarının önünü geçmek mümkün olmazdı. Yapılan istişareler ve Rabbimin sevkiyle sahabe efendilerimiz zor, sıkıntılı daha riskli fakat kesin çözüm anlamına gelen savaşı yani zoru tercih ettiler:
O zaman Allah size o iki gruptan; kervan veya yaklaşmakta olan müşrik ordusundan birinin mutlaka sizin olacağını va‘dediyordu. Siz ise bunlardan kuvveti ve silahı olmayanın elinize düşmesini arzuluyordunuz. Oysa Allah, bu emir ve icraatlarıyla hakkı gerçekleştirip üstün kılmak ve kâfirlerin kökünü kesmek istiyordu. (Enfal, 7)
Adet-i ilahi çerçevesinde sosyal ve beşerî olayların da bu minval üzere cereyan ettiğini var sayabiliriz. Çünkü bu sebeple “bir musibet bin nasihatten evladır” denir. Bugün Alman milletinin bu denli terakki etmesinde hak ve hukuk devleti haline gelmelerinde ikinci Dünya savaşındaki yaşadıkları felaketin etkisi ve tesiri büyüktür. Bu felaketle Almanlar hali hazırdaki medeniyetlerini kaybedip Amerika'nın etkisi altına girdiler. Evet, bu felaketi yaşadılar fakat Hitler’in şahsında diktatörlüğün bu denli zararlı olduğunu başka türlü anlamaları da mümkün değildi. Devletin bütün kurumlarını tek bir adamın akıl ve bakış ve hırsına emanet etmenin 65 milyon insanın hayatını kaybetmesine sebep oldu. Bu felaketli ders, Almanya’yı ve Avrupa'yı Helsinki İnsan Hakları beyannamesinin etrafında kenetlenmesine sebep oldu.
6 Şubat'ta Maraş endeksli depreme de bu gözle bakabiliriz. Tek adam rejimi bu depremde yıkıntılar altında kaldı. Çünkü deremde 85 milyonluk bir devleti tek bir adamın inisiyatifine bırakmanın ne denli tehlikeli olduğunu 15 milyon halk bizzat yaşayarak öğrendi. Devlet daha doğrusu AKP hükümeti kış gününde 7.7 gibi iki deprem geçiren halkının imdadına 2 gün müdahale etmedi. Çünkü tek bir akıl ve öngörü ile hazırlanan “Deprem Yönetmeliği” böyleydi. Hemen her kurumun ve uzmanın öngördüğü Maraş depremine müdahalede tek adam rejimi devletin bütün kurumlarını daha evvelden felç ettiğinden geç kaldı, yetersiz kaldı.
Zülüm ve zalimlik üzerinde dönüp dolaşan tek adam rejiminin ve içinin boş bir sistem olduğunu tamamen algıla üzerinde hareket ettiklerinin bir türlü ortaya çıkması gerekiyordu. Yaşadığımız depremlerle İkinci Dünya Savaşı felaketi yaşayan Almanlar gibi ders alabilirsek kangren olan ayakları kesmiş fakat ruhumuzun hayatını kurtarmış oluruz. Çünkü diktatörlüğün uyuşturduğu milletleri maalesef büyük felaketler, derin ameliyatlar ancak kendine getiriyor. Bin türlü zararlarını saymakla bitiremeyeceğimiz diktatörlüğün son bulmasını Kâinatın Halikı bazı büyük felaketlere bağladıysa bu noktada bizim üzülmemize rağmen hükmümüz olamaz. Çünkü zulüm üzerinde dönüp dolaşan diktatörlük bir millet için depremlerden, savaşlardan daha tehlikelidir daha zararlıdır. Yüzeysel müdahaleyi sevebilir ve kolayımıza gelebilir. Fakat bazen hayır bize zor ve ağır gelen müdahalelere bağlanmış olabilir.
“Size zor geldiği halde savaş üzerinize farz kılındı. Hakkınızda hayırlı olduğu halde bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz. Sizin için kötü olduğu halde bir şeyden hoşlanmış da olabilirsiniz. Yalnız Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Bakara, 216)
Allah basiretli düşünceden ayırmasın ve basiretli hareket etmeye muvaffak kılsın. Amin!