Bozulmalar ve Bozgunlar

Hüseyin Odabaşı

Hüseyin Odabaşı

04 Oca 2024 11:04
  • Necip Fazıl ordudaki bozulma ve manevi değerlerinden uzaklaşmayı anlatmak için “Yeniçeri” kitabını yazdı. Ta Fatih Sultan döneminde bir iki serkeşlik örneğinden yola çıkarak asker zaten eskiden de böyleydi demeye getirdi. Hatta bir karşılaşmasında Fevzi Çakmak Paşa’ya askeriyedeki bu kazan kaldıran Yeniçerilik ruhunu da ortadan kaldırmak gerektiğini söyleyince Paşa; “yeniçeri ruhunu askerden kaldıracam derken ayrı bir yeniçerilik yapamam” diyerek cevap verdi. 

    Necip Fazıl'ın hayatı Bediüzzaman Hazretleri’ninki kadar olmasa da hapis, kovuşturma ve baskı altında geçti. İhtimal bu baskıların altında, arkasındaki kimlerin olduğunu düşünmesi bu tür bir eseri kalem almasına sebep oldu. Çünkü Müslümanlık şuuruna sahip kimler varsa o dönemde hemen herkes bu baskılardan nasibini alıyordu.   

    Evet bu baskıların, zulümlerin ve darbelerin arkasında kimler vardı? Bazen hocaların asılmasına, ezanların Türkçe olarak okunmasına, darbelerle inananların ve faydalı insanların hapislere tıkılmasına sebep olanlar askeriyede yuvalanmış cuntalar ve marjinal özel yapılardı. Ve bu yapılar aynı zamanda çok dinden de diyanetten de hazz etmiyorlardı.  

    Soru şu, daha çok Tanzimat yıllarından itibaren askerde cunta şeklinde yuvalanan ve millilik üzerinden özellikle dine, dindara her fırsatta düşmanlığını esirgemeyen bu yapı nasıl oluştu? Yeri geldiğinde halkın iradesini dahi dinlemeyip her 10 yılda veya 15 yılda bir darbe yapan bu güruhun kökleri tarihte ne zaman hangi dönemde oluştu? Tüm bu sorulara cevap olsun diye konuya ışık tutabilmek için tarihen biraz gerilere kadar gitmemiz gerekir. 
    Aslında ta Peygamber Efendimiz(sav) döneminden itibaren askere Müslüman olmayanlar alınmazdı. Çünkü Müslümanların kendi vatanlarını, dini, milletinin namusunu savunmak Müslümanların işiydi. Hatta Hendek Savaşı’nda Medine Vesikasına göre anlaşmalı oldukları Yahudiler ’den yardım alalım fikrine Peygamberimiz(sav) sıcak bakmadı: 

    “Hatta Ensar’dan bazıları, Abdullah İbn Übey İbn Selül’ün üç yüz kişiyle birlikte Uhud’dan ayrılmasının ardından huzura gelerek Efendimiz’e Medine Yahudileri arasında müttefik olanlardan yardım isteme arzusu izhar etmeleri üzerine Allah Resulü(sav): 

    -Bizim onlara ihtiyacımız yok, diyerek tepki gösterecek ve gelirken gösterdiği tavrı burada da sürdürecek, Uhud gibi bir er meydanında sadece müminlerden oluşan bir ordunun uygun olacağını ifade edecekti.” (R. Haylamaz, Efendimiz 2. cilt. Sf 131) 

    İslam ordusunda şehitlik ve gazilik mefhumunun çok önemli bir kriter olmasından ötürü bu durum Müslüman olmayanların orduya, savaşa ve askere girmelerine mâni idi.  Şehitlik ve gazilik de cihat hedefli bir mücadelenin tabi bir sonucudur.   Cihat da Allah için mücadele ve mukatele etmek demektir. Cihadın da cihat olabilmesi için mücadelenin niyete bakan yönü itibarıyla “Allah için olması” gerekir. Allah için mücadele edenler de sadece Müslümanlardır. “Allah yolu” ise ancak Müslüman olanların cihadına verilen bir adı ve unvanıdır:  

    “Ebû Mûsâ (r.a)' den rivayet edildiğine göre, Nebî(sav)’ in yanına bir bedevî geldi ve: 

    –Yâ Resulallah! Bir adam ganimet için savaşıyor; bir başkası kendinden bahsedilsin diye savaşıyor, bir diğeri de kahramanlıktaki yerini göstermek için savaşıyor. 

    Bir rivayete göre: Kahramanlık taslamak için ve ırkının üstünlüğünü göstermek için savaşıyor. 

    Bir başka rivayete göre: Gazabından dolayı savaşıyor! Şimdi kim Allah yolundadır? diye sordu. Resulullah (sav): 

    "Kim Allah'ın dini daha yüce olsun diye savaşırsa, sadece o Allah yolundadır" buyurdu. (Buhârî, Cihâd 15; Müslim, İmâre 149-151.)  

    Bundan dolayı Müslüman olmayanlar askere alınmaz fakat bunun karşılığında onlardan Tevbe Suresi 29. ayetine göre cizye denilen şer’i bir vergi alınır: 

    "Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resûlü'nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini (İslam'ı) din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın” (Tevbe, 29) 

    Osmanlıda Müslümanlar askerlik yapar, orduya katılır ve savaşırdı. Ancak Osmanlı topraklarının büyümesi karşısında sadece Müslümanlardan alınan askerler artık yeterli olmamaya başladı. Müslüman olmayanların çocuklarını da askere almak gerekiyordu. Ancak diğer tebaayı Müslüman olma şartından ötürü askere almak nasıl mümkün olacaktı ki?  Gayr-ı müslim tebaanın çocuklarının da askere alınmasının formülü I. Murat Hüdavendigar döneminde bulundu. Gayr-ı Müslimlerin çocukları çok erken yaşlarda alınacak ve onlara Müslümanlık telkin ve talim edilecek ve akabinde bu Müslüman cengaverler askere alınacaktı.  Bu değişim ve dönüşümü gerçekleştirmek için YENİÇERİ ocağı kuruldu. Yani Müslüman olmayanları da Müslümanlığı benimsedikten sonra askere, orduya girmelerini temin etmek için bu ocak kuruldu. Bu yönüyle Yeniçeri ocağı bir Osmanlı mucizesidir. 

    İlk oluşan yeniçeri birliğine de Hacı Bektaş Veli de iştirak ederek onlara dua etti ve onların sırtlarını sıvazladı. Osmanlı idaresi, manevi beslenmeyi temin etmek ve ahlaki bozulmaya da mâni olmak için Yeniçeri ocağını Bektaşi tekkelerine bağladı, irtibatlandırdı. Yeniçeri, ta III. Selim (1761-1808) dönemine kadar Bektaşi tekkelerine gelip gitmeye devam etti. Bu dönemde Yeniçeri mi Bektaşileri bozdu yoksa Bektaşiler mi Yeniçerileri bozdu bilinmez.  Yeniçerilerin serkeşliklerle ve kazan kaldırmakla ortalığı anarşiye boğmaya başlamasıyla Nizam-ı Cedit’i kuran yenilikçi padişah III. Selim, Bektaşileri de Osmanlı saraydan yani merkezden uzaklaştırdı. Bektaşilerin Balkanlara yerleşme serüveni böylece başladı. Artık merkezin(sarayın) gözdesi Bektaşiler yerine Mevleviler oldu. Hatta Sultan Şeyh Galip’in meclislerine dahi katılıyordu. 

    Fakat olaylar öyle gelişti ki alternatif bir ordu kuran III. Selim’i Yeniçeriler boğarak öldürdüler. Ondan sonra tahta çıkan II. Mahmut Sultan ise bu ocağı külliyen lağvederek amca oğlunun öcünü aldı. Yeniçeri ocağının kapatılmasına “vaka-ı Hayriye (1826)” dendi. Yüzyılın en hayırlı olayı yani. Bektaşilerin ocağına ise incir suyu döküldü, tamamen sürüldüler. 

    Tabi Yeniçeri ocağı lağvedildi yerine modern bir ordu kuruldu; Asakir i Mansure i Muhammediye. Sultan bu değişiklikleri belki yapmak zorundaydı. Artık savaş etmek istemeyip soygun ve baskınlarla adı anılan bir ocaktan kurtulmak da belki hayır olmuştu. Fakat daha sonra 1856 yılında Avrupalıların baskısıyla ilan edilen Islahat Fermanı’nda öyle bir madde vardı ki bu madde askeriyenin bozulmasına Devletin yıkılmasına hatta günümüze gelene dek devam eden din düşmanlığına dayalı sorunların yaşanmasına sebep oldu.  Bu madde gereğince Müslüman olanların haricinde gayrimüslimlere de devlet kademelerine memur olma yolu açıldı. Din değiştirme hakkı kabul edildi. İslam'dan çıkmanın ölüm cezasıyla cezalandırılması usulüne son verildi.  Gayrimüslimlere Askerî okullara girme hakkı tanındı. 

    Hukuk yapısı Şeriata göre ayarlanmış bir devletin askeriyesine şeriatı istemeyen veya Müslüman olmayan kimselerin alınmasının ne anlama geldiğini akıl sahiplerinin mantıklarına havale ediyorum.  Avrupalıların dayatması ile Müslüman olmayanların askere alınması bir iç işgal olarak da görülebilir. Çünkü bunu herkes bilir ki devlet demek ordu demektir.    

    Zaten öyle oldu dini hassasiyeti kesinlikle olmayanlar ordunun içinde daha sonra İttihat ve Terakki fırkasına dönüşecek olan gizli bir cemiyet kurdular. Bu cemiyetin kurucularından biri ateist olan İbrahim Temo idi. Osmanlı devletinin kaderinde söz sahibi olan İttihat ve Terakkinin ne cinayetler işlediklerini, Birinci Dünya savaşında Almanlar gibi yanlış müttefikleri tercih ederek Osmanlı devletini mazinin derinliklerine gömdüklerini biliyoruz.   

    Islahat Fermanı’yla açılan delikten girerek ülkenin kaderine hâkim olan İttihatçıların ikinci adamı Cemal Paşa Birinci Dünya savaşı sırasında Medine'yi ziyaret ettiğinde çizmesiyle namaza duracak kadar dinden de diyanetten de bihaberdi.  Hele yine aynı savaşta komutanlık yapanların ailelerine gönderdikleri mektuplarında savaşın vahametinden dolayı bir haftadan beri çizmelerini dahi çıkaracak zaman bulamadıklarını yazanları oluyordu. Yani İslam ordusunun komutanı... amma bir haftadan beri namaz kılmamış. Bir de 1000’i aşkın İngiliz hesabına çalışan Yahudi casus kadınları kahraman paşaların koynuna girdiklerinden kolay istihbarat topladılar. İslam'ın bahadır evlatları bu paşalar... fakat metres tutup zina da edebiliyorlardı.  Bu durum normal mi? Benim attığımı, delilsiz konuştuğumu düşünenler varsa isterseniz kaynağından alıntı yaparak meseleyi ispatlayayım. Birinci Dünya savaşına giren ve aynı zamanda kendisi de bir asker olan Feridun Kandemir’in müşahedelerinden anlatayım. Bu arz edeceğim metin Birinci dünya savaşını görüp yaşamış olan askerlerin arasında geçen bir konuşmadır: 

    “-Sen (koynuna) alabildin mi? 

    -Ne gezer... Sade ben mi? O gülü koklayabilen bizlerden kim vardı? Mel’un karı kendini öyle bir satardı ki, yanına yakalayabilene aşk olsun” 

    -Hiç yaklaşabilen olmadı mı? Şu koca Şam'da? 

    -Şu koca Şam’da, şu koca Şam’da, dur bakıyım, bunca peşinde koşanlar arasında…. Hatırladım. Bir Sadullah Bey bu işi başarabilmişti. Simi Simon’u metres edinerek, koklaya koklaya bitirememişti. 

    -Hangi Sadullah Bey? 

    -Galiba Şam’daki Kolordunun Erkan-ı harbi Binbaşısı...” 

    Aşık Zeynel’den bunları öğrendikten sonra, öteki adresleri de buldum. Onlardan öğrendiğime göre son derece güzel ve fevkalade şeytan denecek kadar zeki olan bu Simi Simon ismindeki Yahudi kızı daha harbin başında casusluk yapmak için gözüne kestirdiği Sadullah Beyle tanışmanın yolunu bularak, Kudüs’ten onunla beraber Şam’a geliyor. Damesküs Palas oteline o 17 numaralı odaya yerleşiyor ve Sadullah Bey’in metresi olarak ferah fahur yaşarken, bağlı olduğu Filistin Yahudi Casusluk emrinde harıl harıl çalışarak aleyhimizde yapmadığını bırakmıyor.” (Feridun Kandemir, Medine Müdafaası, sf314, 315) 

    Kendisi de Birinci Dünya Savaşında gönüllü Süvari Alay komutanı olarak cephelerde düşmanlarla çarpışıp Ruslara esir düşen Bediüzzaman Birinci Dünya savaşındaki mağlubiyetimizin sebebini soranlara ne diyor? 

    “Zira yirmi dört saatten yalnız bir saati beş namaz için halik teala bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene 24 saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı. 

    Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefareten 5 sene oruç tutturdu.   

    10'dan, 40’tan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterakim zekâtı aldı. (El-Cezau Min Cins-il Amel)(Said Nursi, tarihçe-i Hayat, sf, 124, S Y) 

    Yani Gönüllü Süvari Alay Komutanlığı yapan Üstadımız birinci Dünya savaşında Osmanlının yok olmasının faturasını namaz, oruç ve zekatsızlığımıza kesiyor. Fakat bu tespit halktan daha ziyade askerin haline bakar.  

    Evet II. Mahmut yeniçeri ocağını topla tüfekle ilga etti. Fakat Islahat Fermanı ile Müslüman olmayanlara askeriyenin yolunun açılması kazan kaldıran, ferman dinlemeyen yeniçerilik ruhunu metastaz edip bünyeyi tamamen dirençsiz hale getirdi.   Peygamberimiz ve I. Murat Hüdavendigardan sonra den sonra askere gayr-ı Müslimlerin alınmaması prensibine riayet edilmemesi sonucunda o mübarek ocak, din düşmanlığına ve mukaddesat hazımsızlığına açık hale geldi.  

    Ve bu yara halen daha kanıyor. 

    04 Oca 2024 11:04
    YAZARIN SON YAZILARI