Türkiye endeksli iyilerin ve güzel insanların takibe uğradığı, bazılarının hapishanelere atıldığı bu vesileyle bütün bir milletin korkutulup sindirildiği bir dönemi, üzücü bir vetireyi yaşıyoruz. Şu an iyi insanlar, iyilik ve güzelliğe meftun olmanın, ahlâk ve fazilet abidelerini yükseltiyor olmanın, hayır ve hasenat yapmanın bedelini ödüyorlar.
Bu süreçte biz, eskilerin (bizden önceki aba u ecdadımızın) malı gibi duran pek çok faziletlerin bizler tarafından da satın alınabilmesi için, yani bizlere ait olabilmesi için liyakat serdederek bedellerini ödememiz gerektiğini öğrendik.
Bugünlere itaat, saygı, ilim, maharet ve hürmet gibi duyguları ile geldik. Tüm bu faziletleri ve onun bağrında gelişen müesseseleri hürmet hislerimizle ihyaya Allah muvaffak etti. Şimdilerde ise bu faziletlerin gelecek nesillere taşınabilmesi için itaat etmenin ve hürmet duygularıyla yaşamanın, ilimde derinleşmenin de ötesinde meydana gelen hayırlı ve faziletli olanların korunması adına ileri bir adım daha atmalıyız.
Yani boyun eğmemeliyiz, tesim-i silah etmemeliyiz.
Evet, tahribatçıların çığırtkanlıklarına prim vermemek adına boyun eğmemek. Zalime zulme, küfre ve küfrana karşı boyun eğmemek. Yani tüm bu fazilet tablolarını yok etmeye çalışanlara karşı dimdik durmasını bilmeliyiz. Akif’in dediği gibi:
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!”
Boyun eğmemek temelinde bir isyan ve baş kaldırma ahlâkını barındırsa da serkeşlikten ve anarşiden çok farklıdır, bambaşkadır. O bir orta yoldur; sırat- ı müstakimdir. Kendi nefsimiz ve hevamız adına diklenmeden dava edindiğimiz fazilet mücadelemiz uğrunda dik durup faaliyetlerimize devam ederek eserler vermek demektir. Aslında tahripkarlara karşı boyun eğmemek, “müspet hareket” etmenin ve evrensel değerlere sahip olabilmenin bizden istediği ve ödemek durumunda kaldığımız bir bedeldir de.
Tarihe şöyle bir göz attığımızda büyük alimlerin, ehlullahın ve dahası peygamberlerin sadece fazilet abidesi değil aynı zamanda boyun eğmemede, dik durmada da bir âbide olduklarını görürüz. Peygamberimiz’e(Sallallahu Aleyhi Vesellem) Ebu Talip üzerinden Mekkeli Müşriklerin yaptığı teklif, bir boyun eğme teklifidir. “İstiyorsa başımıza idareci seçelim, Mekke’nin en zengini onu yapalım. Ne istiyorsa onu yapalım” Fakat gönüllere imanı kazandırma davasından vaz geçsin. Yani boyun eğsin. “Güneşi ve ayı aynı anda verseler veya vermeyi teklif etseler de olmaz amcacığım” mealindeki Efendimiz’in(sav) cevabı ise kulaklarımızda hâlâ çınlamaktadır. İslam idaresinde de olsa “hakkı kendi çıkarlarımıza göre yeri geldiğinde ketmetmesi(saklaması)” karşılığında Halifenin “kadılık” teklifini reddeden Ebu Hanife Hazretleri, tam bir peygamber varisidir ve boyun eğmeme kahramanıdır. Türkmenistan ve İran sınırındaki Serahs kasabasında yaşayan İmam Serahsi(ö,1090), El Mebsut(31 cilt. Tercüme) adlı eserini hapsedildiği kuyunun içinde kalarak talebelerine dikta ettirmekten geri durmamıştır.
Eser vermeye devam ediyorsa bir alim boyun eğmemiş demektir.
Alim, zalim deccalların heva ve heveslerine göre fetva vermekten sakınsa bile eser vermeyi durduğunda, talebe yetiştirmekten vaz geçtiğinde bir manada boyun eğmiş demektir. İlmî ve edebi faliyetlerini durduran bir alim, hapishanelerde olsa da boyun eğmiştir, hapsedilmemiş olsa da boyun eğmiştir.
Bu çağımızın başında durmuş her türlü baskı ve tazyikler karşısında dahi hem talebe yetiştiren hem de Risale -i nurlar gibi eser vermekten geri durmayan Bediüzzaman Hazretleri’nin beynimizin nöronlarına emanet şu haykırışını nasıl duymamazlıktan gelebiliriz ki: “Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem”(Şuâlar, On Dördüncü Şuâ)
Boyun eğmeme sırası şimdi bizlere geldi dayandı Aziz Dostlar! Okullarında talebe yetiştiren bizler bu müesseseleri kaybettikten sonra şimdi ne haldeyiz ne durumdayız? Talebeleri eğitme işi, öğrenci yetiştirme faaliyetimiz ve rehberliklerimiz de giden okullarımızla(kolej) beraber gittiyse şayet biz de cehalete ve zalimliğe boyun eğmişiz demektir.
Hem okulunu, mektebini, medresesini kaybeden ilk biz değiliz ki! Bu çağın başında medreselerini kaybeden Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri talebelerini ve eğitim seferberliğini de kaybetmemek için Haydarpaşa’dan kalkıp Gebze’ye gidip dönen banliyö trenlerinin vagonlarında talebelerine ders vermeye devam etti. Yani cehalete, yani zalimlerin hayhuyuna boyun eğmedi. Tevhid_-i Tedrisat Kanunun (3 Mart 1924) ile medreselerin lağvedilmesi ve akabinde müderrisler cemiyetinin fes edilmesi karşısında 520 kadar dersiâmı(Profesörü) bir araya toplayıp özellikle günümüz için de aydınlatıcı olan bir konuşma yaptı, teklifte bulundu:
“Arkadaşlar medreseler lağvedildi. Bu vaziyet karşısında milletin dini ne olacak?
Buradan dağılmadan aramızda bir karar alalım.
Ey dersâimler! Sizler bu memlekette, bugün için dinin teminatlarısınız.
İkişer, üçer kişi okutup, onlara dini öğretirseniz, asgari 50 sene, bir iki nesil boyu, İslam'ın ömrünü uzatmış olursunuz.
Bunu yapamazsanız, huzur u ilahide mesuliyetten yakanızı kurtaramazsınız.”(Allah Dostları, 10.cılt, sf,46)
Ve Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri, ağır korku ikliminin baskısı sebebiyle ilk etapta kendine talebe bulamaz fakat yılmaz, işe kendi kızlarına dini ilimleri öğreterek başlar.
Büyüklerin adeti, cehalet ve küfre, okuma ve okutmayı bırakarak teslim I silah etmek değildir. Aksine büyüklerin adeti, Yaşar Tunagör hocamızın hocası Hulusi Efendi gibi son ana kadar, can hulkuma ulaşıp da elimiz kitap tutamaz hale gelene kadar eğitim ve öğretim hizmetlerine devam etmektir.
Yarın kıyametin kopacağını bilsek de elimizdeki fidanı toprağa dikmekten vaz geçersek asıl o zaman cahilliğe ve zulme boyun eğmiş oluruz.
Zulme boyun eğmek sadece zalime itaat etmek değildir. “Yaptığım hayır ve hasenattan vazgeçerim amma zalimin dediği kötülükleri de yaparak onun tarafından olmam” mantığı ve tavrı sakat ve eksik bir yaklaşımdır. Şartlar neye ne kadar müsaade ediyorsa eylemde ve harekette bulunmak gerekir. Mesela, okullarda ders verdiğin yüzlerce taleben artık kalmadıysa kendi aile veya akrabalarının çocuklarına bir şeyler öğretebilir, elinden tutabilirsin.
Çünkü; öğretmen ders vermeyi kestiğinde, zengin olanımız cömertlikten köşe bucak kaçtığında, talebe ders almayı kendine zül olarak gördüğünde, yazarlarımızın kalemindeki mürekkep kurumaya başladığında, nâsihler sustuğunda, imam kürsüsüne örümcek bağlattığında, şair ilhamlarını korkunun eline kaptırdığında, Bahçıvanlar gül bahçelerinde saksağan seslerine müsaade etmeye başladığında zalime ve karanlıklara boyun eğmişiz demektir.
Zalime, zulme ve cehalete boyun eğmeyenlerin destanını ise buyurun Necip Fazıl Kısakürek’ten dinleyelim:
“Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi Küheylan, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!
Eski çınar şimdi Noel ağacı;
Dallarda iğreti yaprak utansın!
Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!
Ölümden ilerde varış dediğin,
Geride ne varsa bırak utansın!
Ey bin bir tanede solmayan tek renk;
Bayraklaşamıyorsan bayrak utansın!”
Hüseyin Odabaşı