İnsanın kemâlâtına medar olan ve onu tenvir edip yükselten amillerin arasında sayılan üç unsur, bu yazının konusunu teşkil etmektedir. Her üçünün, mümine yakışır seviyede ‘’SELÎM’’ olmaları ise büyük bir öneme haizdir. ‘’ Varlıklar zıtları ile bilinir.’’ fehvasınca; selîm kavramının zıttı da sakîmdir. Yani sağlamın zıttı olarak sakîm kelimesinin dilimizde karşılığı hastalık olarak kullanılmaktadır. Yazının ilerleyen bölümlerinde bu zıtlıkların karşılaştırılmalarına da yer verilecektir.
1- Akl-ı Selîm
2- Kalb-i Selîm
3- Ruh-i Selîm
1-AKL-I SELÎM
Akıl nimeti, Allah’ın insanlara verdiği en büyük nimetlerin başında yer almaktadır. Diğer nimetler gibi her insana farklı seviyelerde verilen akıl sayesinde insan; bir mükellef kul olarak Allah’a muhatap olmakta ve varlıklar arasında seçkin yerini almaktadır. Akıl nimetinden mahrum bırakılanlar, kulluk mükellefiyetinden de âzâd edilmişlerdir. ‘Aklı olmayanın dini de yoktur’’ hükmü tam da bunu anlatmaktadır. Elbette akıl her şeyi anlayıp açıklama gücüne sahip değildir. Fakat iyi bir mürşidin yönlendirmesiyle de akıl, çok hârika işler yapılabilir. İslam dini akıl sahiplerine hitap etmekle kalmaz, vahyin aydınlatıcı tayfları altında akıllarını çok rantabl olarak kullanmasını da ister. Kadın-erkek her müminin akl-ı selîme ulaşma konusunda ciddi bir çaba ve gayretin içinde olması gerekmektedir. Aklın mahiyeti ve keyfiyeti üzerine pek çok ilim erbabının kafa yormasına, sınırları ve diğer unsurlarla olan ilişkileri derinden derine tetkik edilmesine rağmen akıl, hala pek çok bilinmez yanı ile gizemini korumaya devam etmektedir.
Eğer insan, aklı ile Allah’ın teklif ettiği kulluğu kabul edip, iyiyi kötüden ayırmaya, hayrı şerden tefrik etmeye yarayacak bir seviyeye yükselmiş ise, sahip olduğu bu akıl fıtrî ve selîm bir akıldır. Böyle bir akıl aynı zamanda ruhun ve kalbin de tercümanı demektir. İnsan akl-ı selîm ile, sınırlı da olsa etrafındaki eşya ve hadiseleri yorumlamakta; dünü,bugünü ve yarını algılamakta, dünya-ahiret dengelerini ayarlamaktadır. Yok eğer insana verilen bu akıl, nefs-i emarenin güdümünde kalmışsa, heva ve hevesinin izinde yol alıyorsa, böyle bir akıl, sakîm (arızalı) bir akıl olup sahibini ahmaklaştırıp asla yükseltmeyeceği gibi, bu akıl o insanın başına bela da olur. Bundan dolayı, Allah dostları; akıl insanı hidayete götüren bir vasıta olabildiği gibi, insanın dalaletine sebep olup felakete de sürükleyebilir, demişlerdir.
2- KALB-İ SELÎM
İnsan vücudunda beyin ile aklın ne kadar yakınlığı varsa, kalp ile yüreğin de o kadar irtibatı vardır. Birinci kavramlar organ olarak tanımlanıp, vazifelerinin ne olduğu bilinirken, ikincileri ise birer latifeden ibaret olup mahiyetleri organlar gibi net bilinememektedir. İnsanda Allah’ın nazargâhı olarak tarif edilen gönül, aynı zamanda Allah’ın gerçekten bilinip iman edildiği yer olması ile dillendirilen kalp, müminin manevî şahsiyetinin tam kendisidir. Çünkü, kalb-i selîm sahibi bir mümin, mârifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanî gibi değerlere hep kalp yolu ile ulaşır.
Kalbin, iman ve mârifetle nurlandırılıp ibadetlerle ihya edilmesi ve Allah’ın esmasının tecelligâhı olarak korunması bir mümin için ne kadar mühimse, günahlarla kirlenmemesi de o kadar önemlidir.
Üç S nin sıralanmasında riayet edilen tertipte de görüleceği üzere, kalb-i selîm ikisinin ortasında bulunmaktadır. Zira kalbin mânâ aleminde gördüğü vazife itibariyle, ruhtan aldığı sinyalleri akla iletmekte ve bu iki latîfe arasında köprü görevi görmektedir. Bundan dolayı Efendimiz ( sav ) ‘’Bakın! Cesette bir çiğnem et vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur; o fesada yüz tutunca da bütün ceset bozulur gider. Dikkat! İşte o, kalbdir.’’ (Buhâri-Müslim) Allah kâfir ve münafıkların kalplerini mühürlemekle aslında latîfeler arası geçişgenliği ortadan kaldırmış ve iki tarafı kilitli hale getirmiş oluyor.(2/7)
Müminde olması gereken kalp saffeti, itminan ve duygu-tefekkür duruluğu sahip olduğu kalb-i selîm ile sağlanmaktadır. Bu vasfın korunması için hem fiilî dua olan tahkîkî bir imana, hem o imanı besleyen sürekli kulluk içindeki kavlî dualara yer verilmelidir. Kitap ve sünnetin bize bu duaları öğretmesinin temel espirisi bu olsa gerek.’’Rabbimiz bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma!’’ ( 3/8 ) ‘’Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dininle sabitleyip perçinle!’’ ( Tirmizî-İbn mace )
İnsandaki bu önemli latifeyi; şirk, küfür ve nifak gibi büyük günahlar tamamen işlevsiz hale getirir. Bunun yanında, müminin küçük günahlarına ısrarla devam etmesiyle, bu latifenin kararan bir kalbe ve katılaşan bir gönüle dönüşmesi mukadderdir. Ancak tövbe ve istiğfar ile yeniden kalb-i selîme dönmek mümkün olabilir. Çünkü mahşerdeki hesaplaşmada kalb-i selîmden başka hiçbir şeyin fayda vermeyeceğini Kur’an şöyle ferman ediyor.’’O gün, ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah’a kalb-i selim ( temiz bir kalp ) ile gelenler ( o günde fayda bulur). ( 26/88,89 ) Şairin dilinde ise bu ayetin manası şöylece kelimelere dökülmüştür. Sanma ey hâce ki senden zer u sim isterler. Yevme la yenfaüde kalb-i selîm isterler.
3-RUH-İ SELÎM
İlk iki unsurun çatısı konumundaki ruhun selîm olması, iman ile şereflenmesine bağlanmıştır. İnsan bedenine canlılık kazandıran bu güç hakkında , bir emr-i ilâhî olması itibarı ile, çok ma’lûmat sahibi değiliz. (17/85 ) İnsana temiz bir biçimde teslim edilmiş olan ruhun dünya hayatında iman ve ibadetlerle cennete ehil hale getirilmesi, böylece günahlarla kirlenmesine müsaade edilmemesi gerekmektedir. Beden ağırlıklı ruh birlikteliğinin yaşandığı dünya hayatında iyi veya kötü (sevap-günah), insan ne işlemiş ise onları melekler o insanın ruhuna kaydetmektedir. Çünkü çürüyüp yok olan bedene karşı yok olmayan ruhtur. ‘’İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.’’ ( 50/18 ) , ‘’ Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır; onlar, yapmakta olduklarınızı bilirler.’’ ( 82/10,11,12 )
İnsan vücudunu organlar meydana getirdiği gibi, ruhunu da latîfeler teşkil etmektedir. Bu latîfelerin canlılığı imanın nuru ile olsa da; inkişafları ibadetlerle olmaktadır. Günahlar ise tam tersine onların sönmesine sebep olurlar. Hatta bazı günahlar bir kısım latîfeleri öyle söndürürler ki bir kez daha onlar yanmaz ve parlamazlar. Tasavvufta, kâmil bir mürşidin nezaretinde yapılan seyr-i sülûk-i ruhaniyede müridin ruh dünyasındaki latîfelerinin parlama ameliyesi onun kabiliyetine bağlı olarak sürdürülür. Sonuçta o da kâmil bir mürşid olma keyfiyetini kazanabilir. Bunlar biraz müridin cehd ve gayretine ötesi de Allah’ın lütuf ve ihsanına vabeste ikramlardır.
Ruh-i selîm; akl-ı selîm ve kalb-i selîmin aracılığı ile yaptığı kaliteli okumalarını derin tefekküre; bu tefekkürü de şuurlu ve sürekli bir kulluğa dönüştürebildiği ölçüde diğer latîfelerin çatısı konumunda olması dolayısıyla vücudu bile tenvir edecek güç ve kuvvettedir. Yeter ki insan, kendisine baştan tertemiz olarak teslim edilmiş olan ruhunu günahlarla karartmasın ve bu emanete sahip çıksın…
Dr. HÜSEYİN KARA