HZ. Âdem ile Hz. Havva’nın evlatları olan insanlar, yeryüzünde yaşarken ya baba ve anaları gibi peygamberlere uyup imanla yaşamışlar veya onların yolundan saparak kendi nefislerine göre istedikleri gibi bir hayat sürmüşlerdir. Bu kural dün böyle idi, bugün de değişmedi. Kıyamete kadar da değişeceğe benzemiyor. Dolayısıyla insanın önünde her zaman iki seçenek olmuştur. Ya insanlıklarını iman ile taçlandırıp, amelle buluşturup, ahlak ile kaynaştırıp alây-i illiyyin-i insaniyete yükselecekler veya inançsızlıkları ile insaniyetlerini de yitirip hayvandan daha aşağı bir dereke olan esfel-i safiline devrilip gideceklerdir. Bu hayatın sonucunda sadece cennet ve cehennemin olması, dünyada üçüncü bir yolun bulunmayışının delilidir. Çünkü gidilecek üçüncü bir yer yoktur. Bütün bir beşer tarihi bu iki tip insanın birbirleri ile yapmış oldukları çok çetin mücadelelerle geçmiştir. Buna iman-küfür mücadelesi denilmektedir.
Bu iki farklı grubu her daim birbirleri ile çatıştıran, aralarını kızıştıran üçüncü bir tip olarak gözüken fakat asıl küfür cephesinde yerini almış olan münafıklar vardır ki, her iki cephenin en tehlikeli insan tiplerini oluşturmaktadırlar. Mümin piyasasında mümin gibi, kâfir piyasasında da kâfirce davranış sergileyebilen bu karaktersiz insan tiplerinin dessaslıklarından insanlık çok sıkıntılar yaşamış ve çok zararlar görmüştür. Halen de yaşamaya devam etmektedir. Münafıklar hile ve komplo ürettikçe bu durum devam edecektir. Allah cehennemin en alt derekesini bu tiplere ayırdığını ifade buyurduğu ayetinden anlaşılan o ki münafıklar diğer müşrik ve kâfirlerden daha ağır bir cezaya çarptırılacaklardır. (Nisa, 4/145 )
İslam dininde, imanî münafık ile amelî münafık bir birinden ayrılmış olup, ilki kâfir statüsünde, ikincisi ise günahkâr mümin statüsünde görülmektedir. Birinci gruptakiler yeniden samimi bir iman ile ancak kurtulabilirken, (Tövbe, 9/66) ikinci gruptakiler günahlarına tövbe eder ve bu tövbelerini Cenab-ı Hakk kabul ederse kurtulabilirler. (Furkan, 25/70)
Beşer tarihi boyunca müminler arasında mümin gözüken kafirler(münafık) bulunduğu gibi, kâfirler arasında az sayıda da olsa imanını gizlemek zorunda kalan müminler de olmuştur. Kur’an’ın söz konusu ettiği mümin-i al-i firavun bunlardan bir tanesidir. (Mümin, 40/28) Bu özellikteki insanlar hiçbir zaman toplumlarına ihanet etmedikleri gibi en kritik zamanlarda çok önemli katkılar da sağlamışlardır. Fakat müminlerin içinde kendilerini gizleyebilen münafıkların ümmet-i Muhammed’e verdikleri zararın haddi hesabı yoktur. İslam tarihindeki pek çok kargaşanın altında bu münafıkların planlayıp uyguladıkları hileler yatmaktadır. Halifelerin şehadetlerinden Cemel ve Sıffin savaşlarına, ondan da Şiiliğin ortaya çıkışına kadar bütün bu talihsiz gelişmelerin hepsi müminlerin arasında kendilerine yer edinebilmiş münafıklar tarafından tezgâhlanmıştır.
İslam dininin müsamahakâr tutumunu ve Efendimiz’in (sav) şefkat ve merhametini kötüye kullanan bu güruh, gerçek yüzleri hiçbir zaman açığa vurulmadan müminler arasında yaşama imkanı bulabilmişlerdir. İnsanların görünen durumlarına hüküm bina etmek ve iç dünyalarını araştırmamak İslam dininin önemli bir prensibi olduğundan münafıkların gerçek yüzleri ortaya çıkıncaya kadar onlara ilişilmemiştir. Rahmet peygamberi Efendimiz(sav) ise ashabı içindeki münafıkların hepsini bilmesine rağmen, acaba günün birinde bu içinde bulundukları nifaktan kurtulurlar da ebedî saadete kavuşurlar mı diye, onlara müsamaha göstermiştir. Bu niyet ve duygudan hareketle, münafıkların başı olan İbn Selül’ün cenazesine katılıp namazını kıldırmayı bile düşünmüştü. ‘’Onlardan ölen hiçbir kimsenin cenaze namazını asla kılma ve kabri başında dua etmek üzere durma! Çünkü onlar Allah’ı ve Rasulüllah’ı tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler.’’ (Tövbe, 9/84) ayeti inince bundan vazgeçmiştir. Efendimiz’in (sav) o engin müsamahası belki İbn-i Selüle yaramadı. Fakat oğlunun ve kızının çok samimi birer Müslüman olmalarına vesile oldu.
Kur’an aynı surede, hatta aynı sayfada bu birbirinden farklı iki insan tipinin dünyaya bakan yönünü, iki ayette ortaya koyarken; önce münafık insan tipini tarif ediyor. ''İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider. Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şahit gösterir. Halbuki gerçekte o, düşmanların en yamanıdır.’’( Bakara, 2/204 ) Bu ayeti takip eden 205. ve 206. ayetlerde münafıkların diğer insanlık dışı özellikleri anlatılmaktadır. Bu ayetlerin indirilmesine sebep olan Ahnes b. Şurayk hem yakışıklı hem de güzel konuşan bir münafıktı. Zaman zaman Efendimiz’in (sav) yanına gelir ve güzel konuşması ile müslümanlık taslardı. Aslında iç dünyasında güzellikten hiçbir eser yoktu. Tam tersine hep müslümanların aleyhine çalışırdı. Bu ayetlerle Allah; güzel konuşup hoş görünen kimselere hemen inanıp aldanmamak ve iyice emin olmadan kimseye güvenmemek, hüsn-ü zan adem-i itimat düsturu ile hareket etmek gerektiğini müminlere hatırlatmaktadır.
İkinci ayet ise İbn Abbas’tan(ra) gelen bir rivayete göre Süheyb b. Sinan er-Rumî (ra) hakkında indirilmiştir. ‘’ İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah’ın rızasını kazanmak için kendisini feda eder. Allah da kullarına pek merhametlidir.’’ (Bakara, 2/207) Olay şöyle cereyan eder: Hz. Süheyb’e (ra) Mekke’de müşrikler eza ve cefa etmektedirler. Böyle bir işkence sonrasında müşriklere kendisini serbest bırakmaları karşılığında bütün servetini onlara vermeyi teklif ettiğinde müşrikler bunu kabul edip Hz. Süheyb’i (ra) serbest bıraktılar. O da Medine’ye hicret edip gittiğinde kendisine rastlayan Hz. Ebubekir (ra): ’Alışverişin kârlı olsun ya Süheyb!’ diyerek karşıladı. O da ‘Senin alışverişin de zarar etmesin.’ karşılığını verdi.
Bu iki ayette gerçek mümin ile münafığın arasındaki fark anlatılırken çok önemli bir husus ortaya çıkmaktadır. Münafıklar İslam dinini kullanarak dünyalıklarını çoğaltırken müminler de dini yüceltmek için sahip olduğu her şeyini feda etmektedirler. Münafıklar sadece dünya için yaşarken, mümin ise başkalarını yaşatmak ve ahireti kazanmak için yaşar.
Birbirlerinden çok farklı inanç ve davranış sergileyen bu iki tip insanın bir de ahiretteki görüntülerine bakan iki ayetten daha söz etmemiz gerekir. Aynı sure ve aynı sayfada art arda yer alan iki ayet bunların son kez buluşup konuşmalarını beyan sadedindedir. ‘’ Gün gelecek, mümin erkekleri ve mümin kadınları, önlerinde ve sağ taraflarındaki nurlarıyla, koşarcasına cennete doğru ilerlediklerini göreceksin. Kendilerine: Bugün size müjdeler olsun! Buyurun, içinden ırmaklar akan cennetlere, ebedî kalmak üzere girin! denilecek. İşte en büyük başarı ve mutluluk budur.’’ (Hadid, 57/12) Dünyada mümince yaşamanın ahiretteki ilk mükâfatı böyle bir hitabla karşılanmakla başlar ve ebedî bir saadet ile sürer gider. Fakat münafıklar ise; ‘’O gün münafık erkek ve kadınlar, müminlere: N’olur, derler yüzümüze bir bakın da nurunuzdan biz de yararlanalım. Bunun üzerine onlara şöyle denilir; Arkanıza dönün de bir nur arayın! Derken, aralarına bir duvar çekilir. Bu duvarın bir kapısı olup bu kapının iç tarafında rahmet, dış tarafında ise azap vardır.’’ ( Hadid, 57/13 ) Orada bile münafıkça tavır sergilemeye devam ettikleri görülecektir. ‘’ Münafıklar şöyle seslenirler: Biz de sizinle beraber değil miydik? Müminler cevap verirler: Evet, beraberdiniz fakat siz kendi canınızı yaktınız, müminlere hep felâket gelmesini gözleyip durdunuz, şüphelere düştünüz, sizi birtakım kuruntular oyaladı. Bir de baktınız ki emr-i Hak gelmiş. Böylece o dessas, çok aldatıcı şeytan sizi Allah’ın affı ve keremi ile aldattı.’’ ( Hadid, 57/14 ) Bu konunun son ayeti ise asıl hükmü vermektedir. ‘’ Bugün artık ne sizden ne de kâfirlerden kurtuluş fidyesi kabul edilmez. Varacağınız yer ateştir. Orası varılacak ne kötü yerdir.’’ (Hadid, 57/15 )
Dünün münafıkları ile bugünün münafıkları arasında niyet ve davranışları açısından hiçbir fark bulunmamaktadır. Zira, asırlar değişse de münafıklık değişmemiştir. Kullanılan enstrümanlar değişse de müminlere karşı hasetleri ve kinleri hiç değişmemiştir.
Dr. Hüseyin Kara