Dünya, insanın yolculuğunun üçüncü ve en önemli durağıdır. Burası ilk bakışta Hz. Âdem ile Havva’nın cennetteki zellelerinden sonra cezalandırılarak indirildikleri yer olarak görülse ve semaya göre aşağıda olsa da, insan ile şereflenenince, hem kendisi değer kazanmış oldu hem de bir sonraki duraklar için belirleyici bir konuma yükseldi.
‘’Şerefu’l-mekân bi’l-mekîn’’ yerin kıymeti içindekilerle ölçülür, düsturuna göre, Allah’ın yeryüzündeki halifesi unvanını taşıyan insanın dünyaya değer kattığı bir gerçektir. Hele inançlı insanların yaptıkları güzel işleri alkışlamak ve bunları yapanlar için istiğfarda bulunup dua etmek için manevî âlemlerden meleklerin Allah’ın izni ile zaman zaman dünyaya inmeleri onlar için bile bir şereftir. Gelmiş geçmiş bunca peygamberlerin, şehitlerin ve nice Allah dostlarının yaşamalarına imkân sağladıktan sonra, şimdi de onların bedenlerini bağrında saklamakla dünya, bu şerefli konumunu sürdürüyor. Şu an dünya üzerinde yaşayanlar içinde Allah’ın en beğendiği iş olan i’lâ-i kelimetullahı hayatının gayesi haline getirenleri de üzerinde taşımakla, dünya şeref üstüne şeref kazanmaktadır. Dünyanın insansız olduğunu bir an düşünmemiz halinde onun ne kadar değersizleşeceğini fark ederiz. İnsanın olmadığı bir dünyanın varlığı abesten öte bir şey değildir. Hele gerçek müminlerin olmadığı bir dünyanın yaşaması da lüzumsuzdur. Bundan dolayıdır ki kelime-i tevhidi gerçek manada söyleyenlerin kalmadığı bir dünyayı Allah yaşatmayacak ve kıyametin kopmasına hükmedecektir.
Dünyanın ne işe yaradığını doğru algılamak, bir insan için en önemli konudur. Bu sahada yanlışlık yapanlara ikinci bir doğru algılama zamanı ve fırsatı verilmeyeceğinden, ehemmiyeti bir kat daha artmaktadır. Üstelik dünyadan sonraki 4.ve 5. duraklardaki (Berzah-Ahiret) pişmanlıklar hiçbir anlam ifade etmemektedir. İnsan, beden ağırlıklı ruh birlikteliği yaşadığı dünya hayatında eğer uyarıcıların ikaz ve irşatlarına uygun hareket ederse, dünyanın onun için bir sıçrama rampası olacağı kesindir. Zindandan kurtulup sarayda yaşamak gibi bir şey. Yok, insan kendi aklını ve tecrübelerini yeterli görüp, dünyanın cazibesine kapılıp giderse dünyadan daha alçak bir yerin sakini olmaktan asla kurtulamaz. O zaman akıllı insanlar kendilerine şu soruları sorup vicdanlarını tatmin edecek cevaplar bulmak zorundadırlar. Bu dünyada bulunuyor olmamız bizim ne işimize yarayacak? Bu dünyaya kendi isteğimiz ile gelmediğimiz gibi, kendi isteğimiz ile de buradan ayrılamıyorsak, bu iki irade dışı geliş-gidişin arasında irademizi nasıl kullanırsak bu dünya hayatını lehimize çevirebiliriz?
Aslında ilâhî dinlerin gönderilme sebebi; bu önemli sorulara tatminkâr cevaplar vermek ve insanların ebedî arzularına çareler üretmektir. Çünkü fânî dünya hayatı, insanın beklentilerini karşılamaktan çok uzaktır. Sonsuz bir hayat için yaratılan bir varlığı geçici şeyler tatmin etmez. Bütün bir dünyayı birisine verseniz bile, değil mi ki süresi sınırlıdır. Halbuki insan bakî bir hayata namzet gösterilmiştir. İnsana verilen en pahalı ömür sermayesini dünyada kullanırken öyle bir ticaret yapmalı ki sonu pişmanlıkla değil, iman ve amel-i salih ile kazanma kuşağında hep iyi sonuçlara ulaşabilsin. İşte tam burada, insanı her türlü donanımı ile bu yolculuğa sevk eden ve onu üçüncü durakta imtihana tabi tutan Yüce Yaratıcı, kullarının imdadına yetişecek elçiler gönderiyor. Bu elçiler insanların akla hayale gelmez dirençlerine rağmen onlara dosdoğru yolu (hidayet) göstererek, dünyanın gerçek ve sahte yüzlerini anlatarak doğru karar vermelerine yardımcı oluyorlar. İnsanlar böyle doğru rehberlerden mahrum kalmışlarsa zeka ve kabiliyetleri hangi seviyede olursa olsun bu imtihandan kazançlı çıkmaları neredeyse imkânsızdır.
Bütün peygamberler ortak bir dille ümmetlerine, dünya ile nasıl bir irtibat kurmaları halinde Allah’ın rızasını kazanacaklarını hem yaşayarak göstermişler hem de ellerindeki kutsal metinlerle izah etmişlerdir. Hayatın cazibesine kapılıp imtihanı kaybedenlerin hazin sonlarını da onlara hatırlatmışlardır. Bu dünya hayatı insanları ala-i illiyine de yükseltir, aynı dünya insanı esfel-i safiline de düşürür. İşin özü dünyayı doğru algılayıp algılamamaya bağlıdır.
İslam dininde müminin dünyaya bakışı çok nettir. Muğlak olan hiçbir tarafı yoktur. Ne Yahudilik gibi dünyaya tapıp ahireti inkâr etme vardır ne de Hıristiyanlık gibi ahireti önceleyip dünyadan el-etek çekmeyi tercih etme vardır. Bu ikisi de problemli anlayışlar olup, İslam dini bu ifrat ve tefriti ta’dil etmiştir. Dünyaya, kalınacak süre kadar değer verip, ahirete de sonsuzluğuna göre kıymet verme esasına dayanan bu anlayış, İslam dininin yanılmaz düsturudur. Bir misafir gibi, ne kazandığına sevinme ne de kaybettiğine üzülme vardır.
İslam dininde, dünya insanlara cazip kılındığı gerçeğinden hareketle,(2,14) helal dairede kalmak şartı ile mal-mülk edinmenin ve evlad-ü ıyale sahip olmanın hiçbir mahzuru yoktur. Ancak, o kadarını dahî Allah’tan isterken hayırlı olacaksa istenmelidir. Çünkü dünyalık olan her şey aynı zamanda bir imtihan aracıdır da. İmtihanın, kazanma fırsatı kadar kaybetme riski taşıdığı unutulmamalıdır. Bu dünyada, malı ve mülkü sayesinde rıza-i ilâhiyi kazanıp Firdevsleri onlarla peyleyen niceleri olduğu gibi, mal ve mülk ile imtihanı kaybedip ötede rezil ve rüsva olanlar da sayıca daha fazladır. Hakiki bir müminin nazarında; dünya ve içindeki fanîlik mührü yemiş her şey kalben sevilmeye değmez. Sadece onları veren Allah adına birer emanet olarak bilinirlerse onlardan ayrılmak da zor olmaz. Hatta emanet olarak verilenlerin hesabı sorulduğunda verilecek cevapları düşünüp ona göre araya kalbî mesafeler koymak mümince bir davranış olur.
Efendimiz (sav) bu konularda da en büyük rehberdir. Hayat-ı seniyyelerinde dünyevî imkânlara sahip olduğu zamanlar da yoksullukla yaka-paça olduğu yıllar da olmuştur. Fakat her zaman iradî fakirliği tercih eden bir hayat tarzını benimsemiştir. Aile efradına da, sahabe-i kirama da böyle yaşamalarını tavsiye etmiştir. Mekkâr dünyanın nice insanları, dünya sevgisi damarından girerek aldattığı çok görülmüştür. Aldanmamak için uyanık olmak gerekir. Etrafımızda, makama, mevkiye, paraya aldanıp da ahiretini berbat edenleri görünce, irkilmemek elde değil. Nefislerin insanı ne zaman ve nerede aldatıp alt edeceği bilinemez. Asıl üzüntü kaynağımız bugünün müslümanlarının dünyayı algılamada çok yaya kalmalarıdır. Camide müslüman görünen, ticarette müslüman değilmiş gibi görünüyor. Hacda müslüman görünen, içtimai hayatta müslüman değilmiş gibi görünüyor. Bu çarpık durum dünyanın farklı yüzlerini bilememekten ve ona göre tavır alamamaktan kaynaklanıyor .
Dünyanın insana bakan üç değişik yüzü vardır:
Birinci yüzü, Allah’ın esma ve sıfatlarının tecelligâhı olması itibarı ile insanın, tefekkür ve tezekkür yolu ile iman ve iz’anına katkı sağlayan önemli bir yüzüdür.
Dünyanın ikinci yüzü, insan için bir ekip-dikme yeridir. Bu dünyada iman tarlasına ibadet ve dine hizmet ekecek, karşılığını ise ahirette alacaktır.
Üçüncü yüzü, insanın nefsine hitap eden cazibedar yüzüdür ki, bu aldatıcı cazibeye kapılanlar ve ücretin peşin olanına heves edenler, hem dünyalarını ve hem de ukbâlarını mahvetmiş sayılırlar. Allah gerçek müminleri bu kötü encamdan korusun.
Dr. Hüseyin Kara