İnsan, yaratılışı itibarıyla çevresine açık duran ve etrafı ile her zaman temas kuran bir varlıktır. Görme, işitme ve konuşma kabiliyetleri en mükemmel şekliyle insana hibe edilmiş olup bu ihsasları kontrol eden akıl da tamamlayıcı bir unsur olarak insan için harika bir nimettir. Bu özellikleri ile maddi anatomisi mükemmelleşen insanın aynı zamanda manevi anatomisi de latife-i rabbaniye ihtisaslarıyla bezenmiştir. Bu kusursuz donanımıyla insan, melekler dahil bütün varlıkların kıblegahı olma konumunu ihraz etmiştir. İmanın nuru böyle bir varlığı aydınlatınca o zaman insan-ı kâmil olma yoluna girilmiş denilebilir. Yukarıda sayılanların hepsinin Yüce Yaratıcı tarafından insana karşılıksız verilen mevhibe-i ilâhi olduğuna hiç şüphe yoktur. Bundan sonra ömürle başlayan dünyadaki imtihan sürecinde, insan bu potansiyelleri nasıl kullandığından sorumlu tutulacaktır.
Mümin, Allah’ın kendisine lütfettiği bu nimetleri, olmayan herkesle paylaşmayı hayatının gayesi sayan bir anlayışın insanıdır. Bu konuda asla kıskançlık göstermez. Hatta, kendindeki güzellikleri paylaşmayı önemli bir vazife addeder ve bu uğurda yapılması gerekenleri yapmaktan da asla çekinmez. Çünkü, müminin paylaştığı değerler, verilince azalan veya tükenen değil, tam tersine paylaşıldıkça bereketlenen bir özelliğe ve güzelliğe sahiptir. Adeta insanın elinde yanmakta olan bir mumdan başkalarının henüz yanmayan mumlarını tutuşturması sonrasında, kendi ışığında bir azalma olmadığı gibi yeni tutuşturduğu mumların ışıklarıyla ortamı daha fazla aydınlığa kavuşturacaktır.
Müminin, medenî cesareti oldukça yüksek olmasına karşılık, kullandığı uslübunda ve takındığı tavrında asla kibrin ve gururun yeri yoktur. Bu konuda ölçü şüphesiz enbiya-yı kiramdır. Vahye açık gönüllerin sahipleri olan bu numune-i imtisal yüce kametler, hem emsalsiz bir cesaretin sahibidirler hem de inayet-i ilâhi altındadırlar. Üstelik en kıymetli gerçekler onların ellerinde bulunmakla birlikte insanlara yukarıdan bakıp, haşa, böbürlendiklerine hiçbir Allah’ın kulu şahit olmamıştır. Çünkü, kibir ve gurur diyaloğa engel olan şeytanî birer tavır olmaları itibarıyla asla peygamberlerde bulunmazlar. İmanın gücünden kaynaklanan medenî cesaret, bilgi ve tecrübe donanımı ile bir araya geldiğinde, insanların birbirleriyle olan ilişki düzeyinin yüksek bir seviye kazanacağı izahtan varestedir. Onun için bütün peygamberler, insanları imana davet etmek için hep onların ayaklarına gitmişlerdir.
Müminlerin, diğer insanlara fark atacak seviyede imanî üstünlükleri her zaman mahfuz olmakla birlikte ( Âl-i İmran, 3/139 ) tevazu ve mahviyetleri diğer insanlarla temas kurup, insanlık ortak paydasında bir araya gelmelerine asla engel teşkil etmemektedir. Hiçbir zaman da etmemelidir. Kitap ve sünnetin haram saymadığı her ortamda ve herkesle buluşup konuşmak, insanlığın ortak dertleri ile ilgilenmek, bugünün müminlerine düşen en önemli bir sorumluluktur. Yedi milyarı aşkın dünya nüfusunu teşkil edenlerin, farklı coğrafyaların farklı kültür ve renklerindeki insanlar olsalar da, ortak problemleri hiç değişmemektedir. Mesela; hangi ülke, gençliğin eğitim ve öğretimi konusunu dört dörtlük çözüme kavuşturabilmiştir? Hangi millet, yoksulluğa tam bir çare bulabilmiştir? Hangi devlet, toplumun ihtilaflı konularını asgariye indirebilmiştir? Bütün bu hayatî konulara müminlerin sağlayacağı katkılar için insanlar arasında münasebetlerin kurulması elzemdir.
Müminin, gönlü herkesle temas kuracak kadar geniş bir insan olması itibarıyla, bu işe öncülük yapması gerekmektedir. Diyalog kurmanın ilk adımının müminlerden gelmesi kadar tabii bir şey yoktur. Müminlerin görüşüp konuştuğu herkese verebileceği şeyler olabileceği gibi, onlardan alabileceği çok şeylerin de olabileceğini gözardı etmemelidir. Bu nezaketli tavır, diyalogların uzun süreli olmasına katkı sağlar.
İslam tarihinde, Mekke ve Medine’den dünyaya ilk hicret edenler, gittikleri ülkelerde karşılaşacakları insanların inanç haritalarını hazırlamayı hiç düşünmemişlerdir. Muhataplarının insan olmaları onlar için yeterli idi. Aralarındaki insanlık ortak paydası, görüşmek ve konuşmak için kâfi geliyordu. Dil problemi ilk zamanlar için engel teşkil etse de, o da zamanla aşıldı. Eğer yol bu ise ve bu yolun doğru olduğuna günümüz müslümanları inanıyorsa, o zaman yapılacak iş her konuda sahabe efendilerimizi örnek aldığımız gibi bu konuda da onların yollarını izlemek olmalıdır. Başka ülkelere gitmek, o günlerde daha çok ticaret vesilesi ile olduğundan, gidenlerin ve gidilenlerin ortak menfaatleri söz konusu olduğu için, ticarî dil bu farklı coğrafyalara mensup insanların birbirleriyle anlaşmalarını da kolaylaştırıyor olabilir. Çoğunlukla müminler başka insanların ayaklarına gitmişlerdir. Az sayıdaki diğer insanların da yine ticaret için İslam coğrafyasına geldikleri müşahede edilmektedir. İman davasını anlatmak ve farklı insanlarla görüşmek maksadı ile zaten ilk hareketin müminler tarafından başlatılması peygamberanî bir duruştur. Zira O (sav) herkesin ayağına giderek tebliğde bulunurdu. Gidemediklerine de elçilerle mektuplar göndermeyi ihmal etmezdi. Bu tavır mümini konumundan asla düşürmez. Sadece Medine’de heyetler halinde Efendimiz’i(sav) ziyaret etmeye gelenler olmuştur. Necranlı Hristiyan heyeti gibi.
Mümince bir diyaloğun kırmızı çizgilerinin olması gayet tabiidir. Dinin özünden asla taviz verilmeden diğer insanların müminleri yakından tanımasına fırsat sağlamaya ve müminlerin de onları tanımalarına matuf biraraya gelişler olmalıdır. Bu görüşmelerde, tarafların birbirlerine dinlerini veya dinsizliklerini baskı aracı olarak kullanmaları değil, her yönüyle tanışmayı ve diyalog yollarını açık tutmayı hedeflemeleri esastır. Zaten, Allah’ın insanları farklı yaratmasının hikmeti de budur. ‘‘ Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülalelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız takvada en ileri olandır.’’( Hucurat, 49/13 ) buyurmak sureti ile Allah, insanlar arası diyaloğun lüzumunu ortaya koymuştur.
Günümüzde insanların diyaloğa duydukları ihtiyaç dünden daha fazladır. Zira, gelişen teknolojiye ulaşma rahatlığı insanları maalesef yalnızlaştırmıştır. Azalan insanî ilişkiler özellikle ileri yaşlarda olan insanları çok daha derinden etkilemiştir. Hele yaşadığı yeri değiştiren insanlar, kalabalıklar arasında yalnız yaşamaya mecbur bırakılmaktadır.
Doksanlı yılların başında Hizmet Hareketi’nin yurt dışına açılması ile birlikte bizim insanımız ilk defa milletimizin dışındaki insanlarla karşılaştı. Tamamen amatör bir ruhla gidilen ülkelerde gayr-i müslimlerle ilk defa diyaloğa geçildi. İşin içinde olmayan ve komplo teorileri üretme meraklısı olan kişiler, bu diyalogların dışardan üretilen projeler olduğuna inanabilir. Fakat işin aslı katiyyen zannedildiği gibi değildir. Başta Allah’ın inayeti sonra Hocaefendi’nin ufku ve teşvikleri, nihayetinde Anadolu insanının cesaret ve fedakarlığının olduğu bu işte olmayan bir şey varsa o da dış güçlerin parmağıdır. En yakından en uzağa doğru başlatılan diyalogların gelişme seyri böylece devam etmiştir.
Hizmet Hareketi mensupları, yurt dışındaki gayr-i müslimlerle diyalog kurduktan sonra Anadolu’da da farklı din mensupları ile diyalog kurmanın lüzumuna inanmaya başlamıştır. Bir iftar sofrası etrafında bir araya gelenler belki de farklı inançlara mensub olan insanlar olarak ilk defa buluşmanın heyecanını yaşadılar. Herkes bu konudaki gecikmişliğin farkındaydı fakat kimse aynı ülkede yaşadığımız ve kader birliği yaptığımız bu vatandaşlarımızla neden bu kadar geç bir araya geldiğimizi izah edemiyordu.
İlk defa Hizmet Hareketi mensuplarının başlattığı bu diyaloglara ‘‘Dinler arası diyalog’’ denmesi belki yanlıştı. Hatta, ‘‘Dindarlar arası diyalog’’ demek de eksik bir adlandırma idi. Eğer bu gayretlere bir ad vermek gerekli ise, bunun en doğrusu kanaat-i acizanemce ‘’İNSANLAR ARASI DİYALOG’’ olmalıydı. Çünkü, diyalog kurulan insanların her biri bizden farklı olabilir, insan olmaları hariç. İnsanlık ortak paydası da zaten temas kurmak için yeterli bir bağdır. Başka bir bağlantı aramaya da gerek yoktur. İnsanı insan olduğundan dolayı sevip onunla diyalog kurmak onun sıfatlarını da sevmek anlamına gelmez.
İnsan temelli, bu masum diyalog çalışmalarının amansız düşmanları kısa sürede devreye girmede gecikmedi. Hasetleri akıllarının hatta imanlarının önüne geçmiş bir sürü insan bu işi sabote etmek için uydurmadıkları iftira ve tezvirat bırakmazken, bir müddet sonra kendileri farklı din mensupları ile diyalog kurmakiçin iftar sofraları tertiplemeden geri kalmadılar. Evet yapılan iş yanlış bir iş değildi. Tam tersine isabetli fakat gecikmiş bir işti. Türkiye’de birilerinin duygu ve düşünceleri bizden farklı olabilir. Bunu anlayışla karşılamalıyız. Zira hayatında müslümanların dışında hiçbir Allah’ın kulu ile oturup bir şey konuşmayı bilmeyen ve de beceremeyenlerin bu ulvî duyguları anlama ihtimal yoktur.
Hizmet Hareketi, bir çeyrek asır önce büyük bir cesaret ve fetanetle başlattığı bu diyalogların şimdilerde ne kadar önemli olduğunu bizzat yaşayarak görmektedir. Böylece dünya insanı ile entegrasyonun ancak eğitim, yardımlaşma ve diyalog ile mümkün olabileceği kanaati kuvvetlenmiş oldu. 25 yıllık bu zaman süresinde dünyanın farklı coğrafyalarının farklı kültürlerindeki insanları tanıma fırsatını, insanlarla diyalog kurma cesareti ve lüzumuna inanma sağlamıştır. Tabii ki bu arada görüştüğümüz insanlar da bizleri tanıdılar. Doğru tanıdılar ki o insanlar en kıymetli varlıkları olan evlatlarını, bizim eğitim kurumlarımıza vermede bir sakınca görmediler.
İnsanlarla diyalog kurup, onlarla görüşüp konuşmanın şimdiye kadar hiçbir olumsuz tarafı ve zararı olmadığı gibi çok büyük faydaları olmuştur. Bu yol peygamberanî bir yol olması itibarıyla dosdoğru bir yoldur. Mensubu bulunmakla şeref duyduğumuz İslam dininin dünyadaki herkese ulaştırılması, müminlerin en önemli vazifesi ise şayet, bunun yolu insanlarla telepatik olarak görüşülerek, dinî tebliğ etmek olmayacağına göre; geride tek bir yol kalıyor, o da insanlarla diyalog kurmak. Bunun için ihtiyaç duyulan dil konusunu da dünya çapında halletmiş olan Hizmet Hareketi’nin mensuplarından başkası henüz ortalıkta gözükmemektedir.
Dr. Hüseyin Kara