''İlim, iman etmeyi gerektirir.''
Bu özlü cümle aslında bu konunun en kısa özeti hükmündedir. Yazıda ise gerekçelerini ortaya çıkarmaya çalışarak, Allah’ın 'Alîm' isminin insandaki tecellilerinin nasıl kullanılması gerektiğinin izahı yapılacaktır. İster vehbî, isterse kesbî ilim olsun, hangi insanın elinde ilim varsa o güçlü bir insandır. Yani bilgi, güçtür. İlim, insanın sahip olduğu en büyük güç kaynağıdır. Hele bu güç iman ile bütünleşirse o zaman daha üstün bir güç haline dönüşmektedir. Bu hükmü bireysellikten toplumsallığa çıkarttığınızda, yani hangi millet bilgi toplumu olabilmiş ise o millet güçlü bir millet olmuş demektir. Bu, beşer tarihi boyunca hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiş, kıyamete kadar da böylece devam edecektir. İlmin yokluğu veya azlığı insanlık için hep felaket olmuş, cahil topluluklar hiçbir zaman dünyada insan gibi yaşayamamış, vahşetten de kurtulamamışlardır. Medeniliğin temelinde ilim harcı vardır. Medeniyetler, bilgiye dayalı yükselir.
İlmin en sağlam ve en doğru olanı, Allah’ın peygamberlere vahiy yolu ile gönderdiği bilgilerdir. Bu mukaddes bilgiyi eğer insanlar değiştirmemiş ve yerine kendi bilgilerini koymamışlarsa vahiy ile gelen bilginin doğruluğu tartışılamaz. Zira doğruları en iyi bilen ve bildiren Allah’tır. Peygamberlerin dışında kalan insanlara Allah’ın verdiği bilgilere de ilham denir. Vahiy evrensel bir bilgi olduğu kadar, ilham da bireysel bilgidir. Vahiy ile gelen bilgileri peygamberler mutlaka duyurmak zorundadırlar. Fakat ilhamı açıklamak mecburiyeti yoktur. İlham, vahye göre biraz daha bulanık bir bilgidir. Vahiy ise nettir ve berraktır. Bir de insanların kâinat kitabından elde ettikleri bilgiler vardır ki ona da müsbet ilimler denmektedir. Bu ilimlerin kaynağı da şüphesiz Allah’ın kâinatı sevk ve idare etmede kullandığı değişmez kanunlardan başka bir şey değildir. Fizik, kimya ve biyoloji gibi ilimlerinin kanun ve prensipleri bu tip bilgileri oluşturmaktadır.
İster dinî ilimler olsun, isterse fennî ilimler; her ikisinin de kaynağı Allah’ın 'Alîm' ismidir. Bütün bir insanlığın bildiklerini bir araya toplama imkânı olsa Allah’ın Alîm ismine nazaran deryada damla bile olamaz. Zira; birisi sınırlı bir ilim, ötekisi ise sonsuz bir Alîm. Mukayeseleri bile mantıksızdır. Buradaki asıl konu insanın bildikleri ile; yani hayatında elde ettiği malûmat ile Allah’ı nasıl bulur da O’na iman eder. Bir hakikat daha var ki; herhangi bir kimsede gerçek bilgi çoksa, onun güçlü bir imana sahip olması gerekir, Allah’ın hidayet etmemesi müstesna. Çünkü, ilmin varacağı yer imandır. Bundan dolayı ayette; Allah’tan en çok bilgili kulları korkar, buyrulmuştur. (35,28) Bilen tanır, tanıyan sever ve sevense sevdiğini üzmekten korkar. Eğer insandaki bilgi bu en önemli fonksiyonu görmüyor ve ilim imanı ıskalıyorsa o bilgi yığını hamallıktan öte bir şey değildir. (62,5) Daha da vahim olanı ise insanların bildikleri konular çoğaldıkça, eğitimde sınıfları yükseldikçe Allah’a olan imanları azalıyorsa veya tamamen yok oluyorsa burada çok önemli insanî, ilmî ve imanî problemler sarmalı var demektir. Halbuki ilim ile iman birbirleri ile doğru orantılıdırlar, bileşik kaplar prensibinde olduğu gibi. İlim arttıkça iman artar, ilim azaldıkça iman da azalır. Aynı zamanda aralarında doğurgan döngü münasebeti vardır. İlim imanı, iman da ilmi besler.
İslam dininin, kadın-erkek her Müslümana ilim elde etmeyi farz kılmasının temel esprisi buradadır. Zira; insan, ilim sayesinde kâmil insan olur. Cahillikle kemalât olunamayacağı içindir ki İslam, ilmi farz seviyesinde tutmuştur. Temel bilgiler farz-ı ayn, branşlar ise farz-ı kifayedir. Bunun daha altı yoktur. İslam dini ilme verdiği önemden dolayıdır ki; mektep ile ma’bedi bir bütünün iki parçası olarak görmüş, ilim meclislerinde bulunmayı gönüllü olarak fazladan ibadet etmeye tercih etmiştir. Bu iki kurum, Müslümanların hayatlarında olmazsa olmaz kurumlardır. Zira mektepler ilmin teorik yanını, mabetler de ilmin ve imanın pratik yönünü teşkil etmektedir. Mektepler ne kadar doğru fonksiyon icra ederlerse mabetler o kadar anlam kazanır. İslama göre mabedin yolu mektepten geçer. İlim olmadan ne tahkikî bir iman ne de sürekli bir ibadet anlayışı gelişir. Mabetler ne kadar insanların ruh dünyalarını rahatlatırsa mektepler o kadar aranan ve özlenen kurumlar olurlar. Sonuçta; ilim imanı, iman da ibadeti gerektirir.
İslam medeniyet tarihinde önceleri ilim, iman ve ibadet aynı mekânda yapılıyordu. Vahyin sağanakları altındaki talihliler, Mescid-i Nebevî'de akılları ilim ile doyuyor, kalpleri iman ile doluyor ve ibadetle coşuyorlardı. Daha sonraları bu unsurlar yine mabedin etrafında hayat buldu. Merkezde mabet, çevresinde mektep ile birlikte önemli müesseseler mabetten yükselen ezanın diriltici sesi ile hayata tutunuyorlardı.
Son üç asırdır İslam coğrafyasında mabed-maktep birlikteliği can çekiştiği gibi, dinî ilimler ile fennî ilimlerin birlikteliğine de çoktan son verilmişti. Adeta dini bilen dünyayı bilemiyor, dünya ile meşgul olanlar da din ile ilgilenmiyor. Halbuki bunları birbirlerinden ayırmak, insanın ruhunu bedeninden ayırmaktan farksızdır. Dolayısıyla bugün, mektep gerçek bir ilim üretemediği için taklit ve ezbercilik yapısı ile imana yürünemiyor. Mabetler de ilim ve iman temelli bir ibadet mekânı olmaktan uzakta bulunuyor.
Hiç şüphesiz kurumlar, içindeki insanların kalitesi ile doğru orantılı bir biçimde değer kazanır veya kaybeder. Batı dünyası müsbet ilimlerle meşgul olmayı sürdürdükçe dinî duygu ve düşüncelerden uzaklaşıyor. Bu coğrafyada ilim, iman etmeyi gerektirmiyor tezi hakim görülüyor. Müslümanlar ise 'ilim iman etmeyi gerektirir’ tezlerini isbat etmekten çok uzakta bulunuyorlar. Zira bir buçuk milyarın üstünde bir İslam coğrafyasında bilgi toplumu olabilmiş hiçbir müslüman millet bulunmamaktadır. Bir dönem Batının uyuşuk toplumlarını Müslüman Endülüs Emevileri dirilttiği gibi, insanlık dünyasının bugün ilim ve iman ile yeniden bir dirilişe şiddetle ihtiyaçları vardır. Bu da ilmin ve imanın rönesansı olacaktır.
İslam dininin asıl kaynakları olan kitap ve sünnete (Kur’an-Hadis) doğru bir nazarla bakan her mümin, bu ilminin bereketinden azamî derecede istifade edip marifet ufkunu yakalayabilir. Bu ilmi onun imanına takviye verebilir. Kâinat kitabının kanunları hükmünde olan fen ilimleri ile uğraşanlar ise tarafsız ve garazsız bir anlayış ile bu nizama ve intizama bakabilseler onlar da sonuçta iman ufkuna ulaşabilirler. Bu koca kâinata bu kanunları koyan Allah’a iman edip ebedî bir kurtuluşa varabilirler. Bilimlerin kanunları Allah’ın kanunlarıdır. Onları bulup formüle edenlerin değildir.
Bugün bizleri derinden üzen en önemli konuların başında; En son peygamberin ümmeti olmamıza ve bozulmamış bir kutsal kitap elimizde olmasına rağmen, ne İslam coğrafyasında ilmin imana yürüdüğünü görebiliyoruz ne de başkalarına böyle bir gerçeği gösterebiliyoruz. Bu mevcut durumumuzla aslında dinimize de zarar vermiş oluyoruz. Zira; dışarıdan bakanlar İslam dinini bizlerin yaşadığı sığ Müslümanlıkta görüp İslam dinini bundan ibaret sanıyor. Bu yanılgıya hal-i hazır durumumuz sebebiyet veriyor. Bu hacaletten en kısa sürede kurtulup ilmin imanı gerektirdiğini bütün dünyaya bu bu sefer HİZMET'in anlatıp göstereceğine yürekten inanıyoruz.
Dr. Hüseyin Kara