Yusuf kıssası bir rüya ile başlar. “Bir zaman Yusuf babasına ‘Babacığım!’dedi. ‘Ben rüyamda on bir yıldızın, güneş ve ayın bana secde ettiklerini gördüm.’ ’’ Tolstoy, onun en güzel kıssa olmasını ilahi bir kurgu olmasına bağlar. Üvey kardeşler, babalarının kalbini eşit pay etmesini isterler. Yakub (a.s) üzerine gelen heyelanı hisseder. Yusuf, kardeşleri tarafından kuyuya atılır. Yusuf’u kuyuya atmak bir itibarsızlaştırma projesidir. Gözden düşürme. Kıymetini takdir etmeyecek kervancıların eline geçmesini temin etmektir. Ucuz satmaktır.
Değerini yağmalatmaktır. Yusuf'u kuyuya atan ağabeyleri bir katilin cinayeti işlediği yere muhakkak gelmesi gibi kuyunun yakınına gelirler. Onu düşük bir fiyata satarlar. Mısır’da Yusuf’u satın alan vezir, hanımına “Ona güzel bak, belki bize faydası dokunur yahut onu evlat ediniriz. “der. Yusuf büyüyüp serpilince vezirin hanımı Züleyha ona aşık olur. Dünya edebiyatlarında daha çok erkeğin kadına olan aşkının konu edildiğini görürüz. Bir kadının erkeğe karşı duyduğu aşkın edebî metinlere yansıma biçimleri oldukça sınırlı ve nadirdir. Aristokrat bir konuma sahip olan Züleyha'nın köle Yusuf’a olan şiddetli aşkını seçkin sosyal konumunu ayaklar altına serme pahasına ortaya koyması oldukça ilginçtir. Bu olay kuşkusuz tarihin kaydettiği büyük efsanevî aşklardan biridir.
Züleyha, statü ve konumu olarak “Gel!” demişti; ne de olsa Hz. Yusuf kölesiydi, kadın ise evin ve onun hanımefendisi…
Fakat “Gel!” sözü onu köle kılmıştı, nefsinin kölesi…
Ve Hz. Yusuf, iffeti ile nefsinin efendisi olmuştu.
Şehvet karşısında herkesin bir gömleği vardır.
O gömleklerin kimisi arkadan kimisi önden yırtılır.
Züleyha’nın aşkı şehirde dilden dile duyulur.
Mısır, Züleyha’nın aşkıyla çalkalanır.
Bir takım kadınlar “Duydunuz mu?’’ derler,
“Vezirin hanımı uşağına gönlünü kaptırmış. Ondan kam almak istemiş. Sevda ateşi bağrını yakmış. Kadın besbelli çıldırmış!”
Züleyha şehrin sosyete kadınlarını sarayda toplar. Yusuf’u onların karşısına çıkarır. Yusuf’un güzelliği kadınları büyüler.
“Bu insan olamaz, bu bir melek.” derler.
O gün dünyanın en büyük sosyetesi olan Mısır sosyetesi ve Mısır sosyetesinin ileri gelen kadınları da görürler ki, en çok değer verdikleri vücut güzelliği ve süslenmede de üstünlüğü, İlahi irade, istediği odakta tecelli ettirir.
Yusuf “Ya Rabbi! “der “Zindan bu kadınların beni davet ettikleri işten daha iyidir.” Bir kurban gerekiyordu Mısır'ın yüksek menfaatlerine. Yusuf masumdu ama mücrimdi, zira o gün bütün masumlar mücrimdi. Yusuf saray yolcusudur ama o yol zindandan geçmektedir. Değişim rüzgârları önünde duramayanlar, değişimin temsilcilerini iftira ile çökertmek isterler. Zindan arkadaşları onun iyi bir insan olduğunu anlarlar.
“Doğrusu biz seni iyi biri olarak görüyoruz.” derler.
Kandilsiz aydınlanır zindan. Medrese-yi Yusufiye olur.
Kur’an kemale ermeyi öğretir bütün insanlığa.
Yusuf ehramlar ülkesinde köklü bir değişiklik yapacaktır.
Yeni başlangıçlar yürek ister.
Masumiyet lekelenmez ama masumiyet de özgürlüğe feda edilemez.
Kralın gördüğü bir rüya Yusuf için özgürlüğe açılan bir kapı olur.
Yusuf Mısır’a sultan olur.
Züleyha iftira ettiği gün değil, suçunu itiraf ettiği gün kavuşur Yusuf'a. Yusuf, sultan olduktan sonra hayatında bir değişiklik olmaz. Yeme-içme alışkanlığını asla değiştirmediği gibi hayat standardını da değiştirmez.
Mısır’a bereket yağar. Ambarlar dolup taşar.
Civar ülkeler kafileler halinde “Yusuf, Yusuf!” diye Mısır’a koşar.
Kıtlığın ekonomik değil Yusufların kıtlığı olduğu anlaşılır.
Sezai Karakoç’un dediği gibi ekonomi bir araçtı. İnsanları hakikate döndürmek için bir araç.
Ve yine Yetenekler Oymağı da gördü ki, ilahi kudret istediğinde ay, güneş ve yıldızlar da bir çocuğun önünde eğilir.
Ve soylular görür ki, Allah isterse, hükümdar da, devlet de bir kölenin önünde eğilir.
Ölüm tehlikesi ile karşı karşıya kalış, satılış, kölelik, hizmet adamlığı, hapis hayatı, unutuluş…
Bütün bu manevi örslerde döğüle döğüle çelikleşmesi ve gerçek özgürlük olan Hakk’ın halifesi olma şuurunun bilenişi…
Firavun ölür, firavunluk ölmez. Züleyha ölmüştür; lakin yeryüzü kaim olduğu müddetçe aşk duygusu hep var olacak, nefis ve şeytanın Âdemoğlunu yolundan çevirme gayreti ilelebet sürecektir. Aşk denilince Züleyha, güzellik denilince Yusuf, hüzün denilince her daim Yakup akla gelecektir. Önemli olan Yusuf gibi başı dik, Yakup gibi vakur ve mütevekkil olabilmek, Züleyha gibi hatadan ders alabilmektir.
Yakuplar olduğu sürece Yusuflar hep olacaktır.
Mefkure insanlarında hep bir Yusuf beklentisi olmuştur.
Yakın tarihimizde de bu beklentiyi görürüz.
Servet-i Fünun’un öncülerinden Tevfik Fikret Kamis-i Yusuf şiirinde,
‘‘Fakat emîn olunuz, Rabbimin inayeti bu,
Yakında Yûsufu görmek benim nasîbimdir.’’ der.
Bu söz 2. Meşrutiyeti getirir.
Faruk Nafiz Çamlıbel, 1960 darbesinde sırf siyasî düşüncelerinden ve başkaca haksız sebeplerle hapse düşmüş olan Menderes ve arkadaşlarını Yusuf peygamberle özdeşleştirir. “Gece zindanda Yusuflar, sıralanmış, yatıyor; Yüzlerinden okurum sapsarı rüyalarını.” Umut evrensel bir metafordur. Cemal Kurnaz, karanlık çağı aydınlatacak umut neslini temsil eden gençliğin bir simgesi olarak görür, Yusuf’u.
“Haber uçsun Ya'kûblara heeeeyy !...
Yûsuflar geliyor
Yûsuflar geliyor
Zin-dan-lar-dan’’
Her insan bir Yusuf rüyasına yatar.
Üstad Bediüzzaman Yusufların yetişmesi için mapushaneleri medrese eyler.
Fethullah Gülen Hocaefendi, yolların yolcusuz, çeşmelerin susuz kaldığı bir dönemde yeni bir dünya kurmak için kürsülerden seslenir Yusuflara; “Nerdesin, yıllarca hasretini çektiğimiz kahraman? Neredesin, hayâllerimizin güvercini, rüyalarımızın üveyki?
Yoksa beni duymuyor musun? Bizler uçsuz bucaksız bu beyâbanda gördüğümüz her kervana, Yusuf’un gömleğini sorar gibi seni sorduk ve sonra da bir sabr-ı cemil çekerek yeni doğuşlar beklemeye koyulduk.” Yakub’un hüznünün bir fon müziği gibi en güzel kıssayı baştan sona kuşattığı gibi Hocaefendi’nin bu hüzünlü haykırışı da hayatını baştan sona kuşatır. Davasına olan aşkı Züleyha’nın aşkı gibi, ah u efganı Yakub’unki gibidir.
İlkin Yusuflar koşar bu sese.
Yusuf Kemaller, Yusuf Bekmezciler, Koca Yusuflar…
Hocaefendi, “Kim bana bu uğurda yardımcı olacak?” dediğinde;
Yusuf Bekmezci, elini göğsüne vurur, ‘‘Ben varım, Hocam!” der.
Hocaefendi’nin “Camilerde gençleri göremiyorum.” dediği bir gün gençlerin uğrak mekanları olan kahvehanelere taşınırlar.
Her kahve sohbetinde Süleymaniye’nin gökleri tutan sütunları gibi Hocaefendi’nin iki yanında yerlerini alır Yusuf’lar.
Artık Ege’nin şehirlere açılan yollarında Yusuflar vardır. Yurtların, okulların inşaatında bir amele gibi çalışırlar.
Yusuflarla Hizmet, Anadolu’ya sonra da Asya’ya açılır. Bir asır süren uzun ve karanlık bir gecenin bağrında biriktirdiği hayaletlerden korkan bozkırlara Yusuf aydınlığı gibi doğarlar. Yıllarca yağan sağanaklar, sert esen fırtınalar hırpalamıştır Asya’yı. Ölen kış, son tipilerini savurmaktadır. Bir bahar rüzgârı gibi koştururlar Asya’nın ay ışığı vurmuş bozkırlarında. Oralardaki devlet erkânıyla görüşerek okulların açılması için protokoller, antlaşmaları imzalayarak, bu büyük hizmetin Atayurt ’ta yeşermesine zemin hazırlarlar.
Çoğu insan, onların niçin kar-kışta Orta Asya steplerinde canhıraş koşturduğunu belki anlayamaz ama onlar ne yaptıklarını çok iyi bilirler. Yusufların biri Tacikistan’da, diğeri Kazakistan’da karar kılar. Asya’dan ayrılmak zorunda kaldıklarında sevdiklerine telefon ederek, “Altay Dağları’nın tepesine çıkarak uçsuz-bucaksız bozkıra doğru
‘Ey Kazaklar, Ey Kırgızlar, Ey Tacikler; Yusuflar sizi çok seviyor.’ diye haykırır mısınız?” derler.
Bir tohum gibi düşerler toprağa. Binlerce, milyonlarca Yusuf olurlar.
Hakk’ın huzuruna giderken Yusuflara uğramamak vefasızlık olur düşüncesiyle zindana düşürürler yollarını.
Aktörler değişir ama oyun değişmez.
Zindanlarda sıra sıra yatan Yusufları görürler.
Onlarla vedalaşırlar.
Açıl ey cennet kapıları!
Yusuflar geliyor zindanlardan…