Bir zamanlar Hocaefendi'nin ikamet ettiği Pensilvanya’ya üç dört ayda bir giderdik.
Ne güzel, ne saadetli günlerdi.
Bütün odalarda, salonlarla koridorlarda püfür püfür ötelerden esintiler hissedilirdi. Hayatın cennetçesiydi. Hangi odayı açsan, hangi kapıyı açsan yüce davayı omuzlamış kahramanlardan bir veya birkaçını ya huşu içinde namaz kılarken ya murakabeye dalmış bir kumru gibi düşünürken ya da dünyanın meselelerini konuşurken bulurduk.
Her şey bir sonsuzluk bestesi, her şey hizmet ve ahiret temalıydı. Her şeyin aşkla yaşandığı günlerdi.
Hocaefendi'nin bulunduğu salona girerken üst başımıza çeki düzen verir, saçımızı başımızı gözden geçirir öyle içeri girerdik.
Tatlı bir tebessümle “Hoş geldiniz!” derdi. Lakin o tebessümün arkasındaki hüznü hissederdik.
Değişik ülkelerden gelen arkadaşlarımızla günler, geceler boyunca toplantılar olurdu.
Anlatılan güzellikler karşısında “Bütün bunlar Allah’tan (c.c).” derdi. “Sakın kendinizden bilmeyin.”
Şimdi gitsek bile bize kim “Hoş geldiniz!” diyecek?
Keçecizade İzzet Molla'nın dediği gibi;
“Bülbül suskun, havuz boş, gül bahçesi harap olmuş.”
O bizim için sadece bir hoca değildi, aynı zamanda bir baba idi. Her derdimizle ilgilenen, çocuklarımızı soran, hastalıklarımızı takip eden bir baba.
Son günlerinde söylediği o söz içime kor gibi oturdu.
“Ben kendim için yaşamadım, sizin için yaşadım.”
Garipti, kalabalıklar içinde bile yalnızdı.
Çamaşırını kendi yıkıyordu. Düğmesini kendi dikiyordu.
Bir gün arkadaşlarımızdan birisin düğmesini sarkık görünce “Düğmen düşmek üzere. Çıkar da ben onu dikivereyim.” demişti.
Anlaşılmadı.
Anlaşılmadan gitti.
Kampta olduğum günlerde ezanları benim okumamı isterdi.
Ezanın düzgün ve makamlı okunmasını severdi.
Bir keresinde ezanı bir başkası okuyunca “Sen niye okumadın?” dedi.
“Efendim ortalık korsan müezzin kaynıyor.”dedim.
Bu cevabım hoşuna gitmiş olmalı ki “korsan müezzinler” meselesi epey bir zaman konuşuldu.
İçimden öyle geliyor ki bir gün yine gideyim, ılgıt ılgıt esen seher yeli eşliğinde saba makamında bir sabah ezanı okuyayım.
Kabrinden dinlesin.
Lakin o ezanı okumaya kalbimin kuvveti yeter mi yoksa Bilal-i Habeşi’nin ezanı gibi yarım mı kalır bilemiyorum.
Bu biraz da yürek işi.
Ben de o var mı, emin değilim.
Ama ne zaman bu sahneyi hayal etsem hatırıma Bilal-Habeşi’nin Medine semalarında yarıya çekilmiş bir bayrak gibi asılı kalan o son ezanı geliyor.
Kutsallığın coğrafyasını değiştiren Mescid-i Nebevi ibadete açılınca Güllerin Efendisi her namaz vakti geldiğinde; ''Bilal bizi ferahlandır.” diyordu.
Artık Bilal, her gün yanık sesiyle göklerin merhametini, rahmetini ve şefkatini geniş ufuklara, ruhlara, gönüllere şelaleler gibi döküyor, Medineliler onun sesiyle oturup kalkıyor, onun sedasıyla mescide koşuyordu. Medine her sabah, karanlıkları yırta yırta, aydınlıkları devşire devşire yükselen Bilal’in o yanık sesine uyanıyor; her akşam, bir günün daha bittiğini Bilal’in hazin sesi ilan ediyordu. Medineli çocuklar Bilal’in sesiyle besleniyor, büyüyordu. O ezan okurken adeta gökler yere eğiliyor, yer göğe doğru kanatlanıyordu. Ne güzel bir sesi vardı Bilal’in. Kutlu Nebi, huşu ile ürperten bu sesi hep yanında taşıyordu. Yolculuklar ve seferler bu sesle yoğruluyordu.
Müslümanlar, Mekke’den ayrılalı tam sekiz yıl olmuştu. Ve bir gün, zafer rüzgarları Mekke'ye doğru esmeye başladı. On binler Mekke'ye doğru yürüdü.
Rüyaların şehri Mekke çok yakındı. Yıllar önce kovularak çıkarıldıkları şehre geri dönmenin mutluluğu vardı yüzlerinde.
Yeni bir dünyanın doğum sancıları içindeki Mekke'de kalpten kalbe, evden eve kandil kandil ulanan iman ışığı, sıçradığı Medine ve çevresini bir nur beldesi haline getirdikten sonra ilk doğduğu şehri bütün ihtişamıyla kuşatmıştı.
Allah'ın Rasûlü (sav), miğferinin üzerine siyah bir sarık sarmış, Allah'a şükran hislerinden başları eğikti... On binlerin tekbir sesleri ile dağ-taş yankılanıyordu. İman güneşinin fışkırdığı Hira Nur Dağı'nın başı göklere değiyor, Sevr sevinçten uçuyordu. Önden gidenler… Gül devrini görmeden gidenler… Yasirler, Sümeyyeler, Hazreti Haticeler, o seslerle kabirlerinde coşuyorlardı. Birlikler, ellerinde bayraklarla Kabe'nin önünden geçerken heyecan doruktaydı. Mekke on binlerin tekbir sesleri ile inliyordu... Kabe'nin önüne gelindiğinde hayallerin ötesinde bir şey oldu. Allah'ın Rasûlü (sav), Bilal’in Kabe'nin damına çıkmasını ve ezan okumasını istedi.
Aman Allah’ım!
Bilal kulaklarına inanamadı.
Kabe, bir kölenin sesiyle hürriyetini haykıracaktı. İçinde yaşadığı vicdan azabından kurtulacaktı. Sırtındaki siyah elbiseleri çıkaracak, çöl zambağı gibi beyazlara bürünecekti. Bilal Kâbe’nin damına tırmanmaya başladı. On binlerin gözleri üzerindeydi. Tırmanış tamamlandı. Kabe'nin damındaydı. Kızgın çöl, bütün ihtişamıyla gözlerinin önündeydi. Gökleri kucaklamıştı sanki. Bir zamanlar boynuna ip takılarak dolaştırıldığı sokaklar, çıplak vücudunun üzerine yatırıldığı kızgın çöller gözlerinin önündeydi. Ellerini kulaklarına götürdü:
"Allahuekber! Allahuekber!"
Binlerce kuş birden havalandı göklere. Sesi, asırlarca süren pagan devrinin bittiğinin ilanıydı. Bilal göklere uçuyordu. İslam'ın ses bayrağı olan sesi, Kâbe’nin damından dalgalanıyordu. Kâbe, hiç olmadığı kadar mutluydu.
Aşağıda manzara muhteşemdi. On binler, gözyaşı yağmurlarında ıslanıyordu. Çöl kavruğu siyah yanaklardan süzülen damlalar, baharı müjdeleyen coşkun derelerin tatlı şırıltıları gibiydi.
Mekkeliler tedirgindi. Allah'ın Rasûlü (sav) onlar için nasıl bir karar verecekti?
Öyle ya!
Daha birkaç sen öncesine kadar Müslümanlara yapmadıklarını bırakmamışlardı.
Allah’ın Rasulü, etrafına toplanan Mekke mahcuplarına seslendi;
"Gidiniz! Hepiniz serbestsiniz"
Rüyaların şehri Mekke’nin fethi tamamlanınca Müslümanlar Medine'ye geri döndüler. Artık onların yurdu orasıydı.
Medine'de Gül Devri akıp gidiyordu.
İlk ezanın, Medine Mescidi'nin kerpiç damından kanatlanışının üzerinden on yıl geçmişti.
Ve bir seher vakti Bilal yine Kutlu Nebi'nin kapısına yaklaştı;
“Es-Salah ya Rasûlullah” diye seslendi.
Cennetten açılan bir kapı gibi, açıldı saadethanenin kapısı. Allah Rasûlü (sav) göründü. Başı sarılıydı, adımları ağırdı.
“Koluma gir.” dedi Bilal’e.
Birden, bir ateş topuna dokunmuş gibi irkildi Bilal. Allah’ın Rasûlü (sav) yanıyordu. Evi ile mescidi arasında bir yerde durdular. “Bilal! Hatırlıyor musun? İlk karşılaştığımız zaman ben senin kolunu tutmuştum. Şimdi sen benim kolumu tutuyorsun.”
“Yirmi yıl oldu ya Rasûlullah.”
Bu fotoğraf her gece kendi ruhani yüceliğinin ışıklarında yıkanan nurlu mabedin imam ve müezzininin birlikte son görüntüleriydi.
İki Cihan Güneşi'nin gurubundan sonra Bilal, birkaç defa daha denediyse de bir daha ezan okuyamadı.
Muhammedun Rasûlullah'a gelince hıçkırıklar boğazına düğümleniyor, ayakları onu taşımaz hale geliyordu. Kollarından tutarak kerpiç damdan indiriyorlardı. Her defasında yarıya çekilen bir bayrak gibi, ses bayrağı yarıda kalıyordu. Arkadaşları ona acıdılar ve bir daha ezan okuması için ısrar etmediler.
Nasıl bir gönüldü?
Halife Ömer, ömrünün son yıllarında İslam diyarını geziyordu.
Yolu Suriye’ye düştüğünde Bilal-i Habeşi ile karşılaştı.
Bir zamanlar Medine mescidinin üzerinde günde beş defa şakıyan bu bülbül suskunlaşmış, beli bükülmüş, ihtiyarlamıştı.
Hazreti Ömer o güzel günleri hatırladı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Bilal’in bir kere daha ezan okumasını istedi. Gül devrini yeniden hatırlamak, o güzel duygularla dolup taşmaktı arzusu.
Halk, evlerinde huzur ve sükûn içeresinde oturuyordu. Birdenbire Şam'ın yüksek kubbelerinden bir ses duyuldu.
Bu sesi çok değil daha beş on yıl önce Medine'de sık sık duyuyorlardı.
O günlerde bir rüya gördü Bilal-i Habeşi. Kutlu Nebi, ‘‘Bu kadar ayrılık niye ya Bilal! Bizi ziyaret vakti gelmedi mi?’’ demişti.
Artık yol belli, menzil belliydi.
Sevgili’nin köyünün yolunu tuttu Bilal.
Çölde yürümüyor, uçuyordu âdeta…
Medine’ye ulaştığında doğruca Efendimiz’in kabrine gitti.
Yıllar sonra pâk yüzünü göremese de O’nun, kendi halini gördüğünden emindi.
Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Orada Hasan ve Hüseyin’le karşılaştı.
Gördüğü her şey Sevgili’den, güzel günlerden hatıralar taşıyordu.
Hz. Hasan ve Hüseyin, bir fırsat yakalamışlardı. Bilal’in olduğu yerde, ezanı da Bilal okumalıydı ve sabah ezanını okuması için boynuna sarılıp yalvardılar.
Seher vakti Medine minarelerinden bir ezan sesi yükselmeye başladı.
‘Allahü Ekber... Allahü Ekber...!’
Bilal’in sesiydi bu.
Gül devrinden olduğu gibi Bilal yine bülbül gibi şakıyordu.
Ne güzel bir sesi vardı Bilal’in…
Seherin aydınlığında göklerden dökülen bir şelale gibi çağıl çağıl doluyordu yüreklere.
Yataktan fırlayan, yorganını atan, kapıyı çarpan o sese koştu.
Gecenin derinliklerinden ışığı devşire devşire gelen sese…
“Acaba Güllerin Efendisi geri mi geldi? Olur mu olur!”
Ezan bitmeden mescid ana-baba günü oldu.
Halk coşmuş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Bu Bilal’in son ezanı oldu.