Sizi Yalnız Bırakacağımızı mı Sanıyorsunuz?

Harun Tokak

Harun Tokak

19 Mar 2023 12:26


  • Depremin yaraları sarılamadan bu defa da sel felaketi ile sarsıldık.
    Sanki yer-gök üzerimize öfke kusuyor.
    Manzaranın dehşeti karşısında Hollandalı bir kurtarıcının, sözleri oldukça manidar:
    “Ne yaptınız da Tanrıyı bu kadar öfkelendirdiniz?”
    Fırtına, sel, yağmur, kar, deprem bunlar hep olacak.
    Önemli olan evleri, yolları, alt yapıyı bu afetlere karşı dayanıklı yapmak.
    Her bir varlık kendi görevini ifa ediyor.
    Biz görevimizi yapmıyoruz ya da eksik yapıyoruz.
    Ve biz hiç ders almıyoruz. 
    Bir sunucunun dediği gibi ‘‘Bu sınavdan hep sınıfta kalıyoruz.’’
    Televizyon ekranlarındaki korkunç manzaralara bakmaya yüreğimiz dayanmıyor. Bizim seyretmeye dayanamadığımız korkunç sahneleri canlı canlı yaşıyor insanlar.
    Çocukların, kadınların, yaşlılarının çaresizliği yüreğimizi parçalıyor.
    Tek tesellimiz insanımızın duyarlılığı. 
    Ve Rabbimizin o duyarlı insanlar vesilesi ile sunduğu sürpriz ihsanlar. 
    Bir arkadaşımız, “Depremi duyar duymaz canla başla tedarik edebildiğimiz şeyleri toparlayıp iki kamyonla yola çıktık.’’ diyor. “Erzakları dağıttık. Kamyonetteki erzaklar bitince, bizimle gelmek isteyenleri alıp şehrimize getirdik. 
    Hiç uyumadan birkaç kamyon erzak ve eşya ile yeniden deprem bölgesine koştuk.
    İnsanlar feryat figan bizleri arıyorlardı. Yalvararak yardım istiyorlardı. 
    Zulme uğradık, gadre uğradık. Beş yıl terörist damgası yiyip hapis yattık. Gücenmedik, küsmedik, sineye çektik.
    Gün, vefa günüydü, koştuk.
    Yollarda kar, tipi vardı.
    Olsundu.
    Biz yolların töresini biliyorduk.
    ‘Açız, ölmek üzereyiz, bebeğimiz var, yetişin!’ diyen adreslere öncelik verdik. 
    Çöken binaların altında kalan depremzedelerin pek çoğu da soğuktan can veriyordu.
    Hava soğuktu. Hayaletler dolaşıyordu karanlık sokaklarda. 
    Geceleri hava eksi on beşi buluyordu. 
    Dağlar gibi enkazın başında insanlarımızın çaresizliği, tipiye tutulmuş penguenler gibi titremesi yüreklerimizi dağlıyordu.
    O çocukların üşüyüşü, karda yalınayak yürüyüşü, gözlerimin önünden hiç gitmiyor. Koca koca şehirler, ölüler ve dirilerin içi içe yaşadığı mezarlığa dönüşmüştü. İnsanlar kefensiz gömülüyordu.
    Bu nasıl anlatılır bilmiyorum.
    Az önce bizden çığlık çığlığa yardım isteyen bir eve vardığımızda bir bacı, ‘Biraz önce gelmiştiniz, bize koli bıraktınız ya!’ dedi. 
    Olayın sıcaklığı ile pek üzerinde durmadık. Galiba bir karışıklık oldu diye düşündük.
    Fakat aynı hadiseyi birkaç evde, arka arkaya yaşayınca durup düşünmeye başladık. 
    Hepsi de ‘Siz az önce gelip bıraktınız ya!’ diyordu.
    Neye uğradığımızı şaşırdık.
    Yine bir eve uğradığımızda kucağında çocuğu ile bir bacı da ‘Biraz önce geldiniz, paket bıraktınız.’ deyince izin isteyip bizden önce bırakılan kolileri açtık.  Bizim kolilerde bulunmayan ama o evin ihtiyacı olan başka malzemelerin de olduğunu gördük.
    Bacımıza, ‘Eminimsiniz, bunları bizim getirdiğimizden?’ Dedik.
    Dışarıdaki arabamıza baktı, sonra bizleri bir daha süzdü;
     ‘Sizdiniz.’ dedi. 
    Oysa bizler oraya daha ilk defa uğramıştık. 
    Bir kere daha anladık ki yalnız değiliz.’’ 
    Arkadaşımızın “Yalnız değiliz.” deyişi beni alıp buzullar ülkesine götürüyor.
    1993 kışında Hizmet Hareketi’nin efsane adamı Saadeddin Başer Ağabey gittiği buzullar ülkesine.
    Büyük gayretlerden sonra 1994 sonbaharında, Yakutistan’da, Sibirya bölgesinin ilk okulu Saha-Türk Koleji açılıyor.
    İzmir Yamanlar Koleji’nde İngilizce öğretmeni olan Serdar Bey, eşi Sevil Hanım’a, “Sibirya’dan bizi çağırıyorlar.” diyor. 
    Bundan sonrasını Sevil Hanım’dan dinleyelim;
    “Serdar Bey’den ‘Sibirya’ya gidiyoruz.’ sözünü duyunca birden ruhum üşüdü, vücudum titredi, ‘Ben orada ne yaparım iki küçük çocuğumla?’ diye düşündüm.
    Ben Hizmet’in içinde doğmuş bir insandım. Evimiz her gün dolar taşardı. Dersler, sohbetler olurdu. 
    Babam çok güzel bir insandı. Sohbet sırasında çıt çıksın istemezdi. Mutfakta çok dikkatli hareket ederdik. 
    Melek gibi insanlardı onlar. Onları rahatsız etmemek için adeta ayaklarımızın ucuna basarak yürürdük. 
    Evimizde misafir olmadığı gün olmazdı. Misafir olmadığında annem yemek yapar talebe evlerine gönderirdi. 
    İzmir güzel bir şehirdi. Her türlü imkana sahiptik. 
    Serdar Bey ‘Sibirya’dan bizi istiyorlar.’ dediğinde biraz ağırdan aldım. 
    Çocuklar çok küçük olduğu için gitmek istemedim. 
    Fakat neylersin ki gördüğüm bir rüya, hayatımızı arzularımızın değil vazifelerimizin çizdiğini gösterdi bana. 
    Bir gece rüyamda Serdar Bey’le birlikte atlarla kıtalararası uçtuğumuzu görünce Sibirya’nın yolunu tuttuk.
    Yine de İzmir’den, sevdiklerimden ayrılmak hiç de kolay olmadı. 
    Önce Taşkent’e uçtuk. Oradan Almatı’ya. 
    Almatı’da bir hafta kadar kaldık. Sonbahar olmasına rağmen Almatı çok soğuktu. Geceleri, uçsuz bucaksız bozkırda rüzgârın ıslıklamaları ürperticiydi. O yıllar da evler de işte ona göre idi.  ‘Eyvah’ dedim ‘Buralar şimdiden böyleyse kışın Sibirya nasıldır?’
    Yapılacak bir şey yoktu. Serdar Bey her gün bilet bakmaya gidiyordu. Bir gün sevinerek geldi. Bilet bulmuştu.
    Almatı’dan Yakutistan’a giden uçak bizi de alarak havalandı. Uçağımız Kazak bozkırlarından havalandığında gece yarısıydı. Rus pilotun, ‘Ural Dağları’nı aşıyoruz.’ anonsunun hemen ardından gökyüzü aydınlanmaya başladı.
    Şairin, ‘Hani benim Ural Altay Dağlarım
                 Sabah olur akşam olur ağlarım.’ dediği dağları aşıyorduk.
    İnişte bulutları deldiğimizde kilometrelerce uzanan sonbaharın sarıdan kızıla uzanan renkler kuşağının kucağına doğru alçalmaya başladık.
    Buzullar ülkesi göründü.
    İdareler değişse de kaderi değişmeyen buzullar ülkesi Sibirya.
    Sibirya her devrin, her dönemin sürgün yeri.
    Kürek mahkumlarının, ‘halk düşmanlarının’ kamplarda çalıştırılmak üzere gönderildiği sürgün ülkesi.
    Gidenin çok ama dönenin az olduğu diyar. 
    İnsanlığın düşünen beyinleri bu buzdan celladın pençelerinde ölüp gittiklerini kitaplardan okumuştum.
    Özgürlüğü sevmek, vatanı sevmek günahtı ve bu günahlar sadece Sibirya sürgünlerinde temizlenirdi. 
    Sovyetler dağılırken arkada bıraktığı pek çok enkazdan belki de en acıklısı katliamlar ve sürgünlerle dolu ‘aydınlar trajedisi’ oldu. 
    Yazdıkları eserlerle isimlerini unutulmaz kılan yazarlar, gördükleri eziyet ve mahkûmiyetlerle bu unutulmazlığa daha derin bir çentik atıp ölümsüzlüğü sırtlayıp gitmişlerdi. 
    ‘Saçımı öper buz gibi çılgın rüzgâr, ben ona derdimi söylerim.’ diyen Osman Nasır’ın anası: ‘Karalanan ak gülüm, nerede olduğunu bileyim. Sen ölümü düşünme, senden önce ben öleyim.” diye diye can vermişti.
    Şükrullah’ın ‘Kefensiz Gömülenler’i, Dostoyevski’nin ‘Ölüler Evinden Anılar’ı, Sibirya sürgününü yaşamış Özbek yazarı Şuhrat’ın ‘Altın Paslanmaz’ı, Anatoli Ribakov’un ‘Abrat Çocuklar’ı, Ayaz Gıylecov’un ‘Yalnız Bir Dua’ adlı eserleri Sibirya’nın soğuklarında can veren yazarları, şairleri, bilim adamlarını, Sibirya sürgünlerini anlatıyordu.
    Abdullah Kadiri, Çolpan, Elbek ve daha niceleri yakıtı insan olan bu sobada kül olmuştu.
    ‘Muhit güçlü idi, eğdim boynumu.’ diyen Çolpan her şeyi özetliyordu.
    Biz gönüllü sürgündük.
    Soğuk Sibirya’nın sıcakkanlı insanları, ellerinde çiçeklerle, güler yüzlerle, kırmızı halılarla karşıladılar bizi. 
    ‘Siz, bu soğuk ve sürgünler ülkesine kendi gönlü ile gelen ilk ailesiniz.’ dediler.
    Bu soğuk ülkede kısa sürede öğretmenlerin, belletmenlerin, öğrencilerin Sevil Abla’sı oldum. 
    Dikiş, nakış, aşçılık gibi bazı becerilerim vardı. Okulun perdelerini, örtülerini, Sibirya’da dalgalanan ilk Türk bayrağını bile ben diktim.
    Hizmetimiz körpe dönemindeydi.
    İslam daha bebekken Hazreti Hatice anamızın onu sadakat sütüyle emzirdiği gibi Sibirya’da ben de varımı yoğumu ortaya koymaya çalışıyordum.
    Misafirler bizim evde ağırlanıyor; sohbetler, toplantılar bizim evde yapılıyordu.
    Sibir uyuyan toprak demekti. Günbegün uyuyan toprak uyanıyor, kabarıyordu sanki. Sibirya bağrındaki sırları bana fısıldıyor ben de yüreğimdeki güzellikleri ona sunuyordum.
    Çiçekler damlıyordu Sibirya gecelerinin parmaklarından. 
    Bir gün Serdar Bey düşünceli geldi eve.
    ‘Ne oldu?’ dedim.
    ‘Okulun aşçısı hastalandı.’ dedi.
    Yatılı öğrenciler de vardı. İki küçük çocuğumla okula taşınarak aşçılık yapmaya başladım.
    Uzun süre aşçı bulunamayınca benim için günler zorlaşmaya başladı. Biri bir yaşında diğeri 3,5 yaşında iki küçük çocukla bu hiç de kolay olmuyordu. Patates ve lahanadan başka bir sebze bulmak da mümkün değildi. Yumurta bile bulunmuyordu. Marketten aldığımız şeyler eve gelinceye kadar buz tutuyor ve yenmiyordu. 
    Soğuk bir yandan, çocuklar bir yandan, her şeyin sınırlı olması bir yandan isyan eşiğine yaklaşmıştım. 
    Bütün arzularım, ümitlerim sonbahar yaprakları gibi dağılmaya başlamıştı. 
    Bir gece, bir başıma mutfakta pirinç ayıklarken omzuma bir el dokundu. O elin dokunuşu ile buz tutmuş yüreğimde binlerce kardelen birden açtı. 
    Siyah elbiseli, ela gözlü, hafif esmer bir kadın, öyle duygulu öyle şefkatle bana bakıyordu ki anlatamam:
    ‘Ben Hatice’yim, Hazreti Peygamberin eşi Hatice. Sizi buralarda yalnız bırakacağımızı mı sanıyorsunuz?’ 

    19 Mar 2023 12:26
    YAZARIN SON YAZILARI