Hristiyanlar “Hazreti İsa bu topraklarda yaşadı, burada çarmıha gerildi, burada dirildi” diyerek sahipleniyor.
Müslümanlarsa, Peygamberimiz (s.a.v) burada bütün peygamberlere namaz kıldırdı, buradan göklere yükseldi, ilk kıblemiz burasıydı diyerek kutsal kabul ediyor.
Seveni ve aşığı çok olan topraklarda kavga bitmiyor.
Halbuki dinler barış için vardır.
Zulme meyleden toplumlar, eğer varsa bile varis olma hakkını kaybeder. Helak olan kavimler zulümle helak oldu. Zalimin abad olduğu ne zaman görülmüş.
Filistin topraklarının tarih boyunca her üç semavi dinin de ortak hatıraları ile bezeli olduğu bir gerçektir.
Lakin her üç dinin sevgilisi olan bu yerde özgürce yaşanabilecek otonom ve özgür bir sistem geliştirilebilir.
Hocaefendi Papa ile görüşmesinde bunu dile getirmişti.
Papa görüşmesinden birkaç gün sonra da İsrail Sefaret Hahambaşısı Eliyahu Bakshi-Doron İstanbul’da Hocafendi ile görüşmesinde;
“Seneye Papa Kudüs’e gelecek, Patrik Bartholomeos da gelecek, siz de gelin birlikte fotoğraf verelim, kutsal topraklarda barışı konuşalım” demişti.
Lakin o buluşma günü gelmeden Hocaefendi ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı.
Sonrasında ise Hocaefendi’nin barışçıl faaliyetlerinin yerini “efelenme” siyaseti aldı.
Barış o gün bugün hem ülkemizi hem de Orta Doğuyu bütünüyle terk etti.
Halbuki nice peygamberlere, nice kadim medeniyetlere ev sahipliği yapmıştı o topraklar.
Hazreti Âdem Aleyhisselam yeryüzünün ilk mabedi Kâbe’yi inşa ettikten sonra bu bereketli topraklara gelip Mescid-i Aksa’nın temellerini atmıştı.
Hazreti Nuh Aleyhisselam Tufan sonrası aşure yemeğini bu topraklarda yemiş. Güvercin, Zeytin Dağından kopardığı zeytin dalı ile tufanın bittiğini bu topraklarda haber vermişti.
Ateş kendisinde yakacak bir şey bulamayınca Hakkın halili İbrahim Aleyhisselam alevlerin arasından çıkarak bu topraklara gelmişti.
Musa Aleyhisselam Mısır kendisine dar edildiğinde Kızıldeniz’e kurulan ilahi köprüden geçerek yurt edinmişti bu toprakları.
Mekke bir ateş yurdu haline geldiğinde Hakkın Habibi halini Allah’a arz için Kudüs’ü yer istasyonu olarak kullanmıştı. Orada bütün peygamberlere namaz kıldırmış, oradan göklere yükselmişti.
Davut Aleyhisselam o davudi sesiyle okuduğu mezmurunu bütün dağlara taşlara kuşlara bu diyarlarda dinletmişti.
Sultan Süleyman (a.s) insanlardan cinlerden ve kuşlardan oluşturduğu muhteşem ordularla bu topraklardan yeni ülkelere yürümüştü.
Saba melikesi Belkıs’la bu topraklarda buluşmuş. Rüzgâra bu topraklarda hükmetmiş, kuşlarla karıncalarla bu topraklarda konuşmuştu.
Güzeller güzeli Yusuf Peygamber, on bir yıldızın ay ve güneşin kendisine secde ettiğini bu topraklarda uyurken görmüştü.
Saraya yolculuk bu topraklardan başlamıştı.
Roma aktivitesi sürüp giderken Zekeriya peygamberin pak gönlüne Hazreti Meryem aracılığıyla gelecek olan İsa Peygamberin ışığı bu topraklarda vurmuştu.
Ölümün yüz tuttuğu her dem bir ışık fışkırmıştı bu topraklardan.
Bütün bir dünyaya merhamet ve ışık dağıtan topraklarda bugün vahşet ve karanlık kol geziyor.
Orta Doğu çatışmasının merkezinde bu topraklar var.
Bu topraklardaki paylaşma problemi çözülmeden bölgedeki hiçbir çatışmanın sürdürülebilir bir çözüme kavuşması mümkün değil.
Daha ilk baştan Osmanlının Halil kapısının taş duvarlarına “lailahe illallah İbrahim Halilullah” hitabesini kazıması, bu topraklarda herkese yer var anlayışıyla yönetileceğinin bir göstergesiydi.
Ve öyle de olmuştu.
Lakin, dört yüz yıl boyunca göklerde dalgalanan bayrağımız 1917’nin soğuk bir kış günü mahzun ve melül bir şekilde o topraklardan ayrılınca kavga hiç bitmedi.
O gün bugün insanların, taşların, kubbelerin, kadınların, bebeklerin gözyaşları hiç dinmedi.
Acılar her geçen gün evlerde yüreklerde büyüdükçe büyüdü.
Her üç dinin de sevgilisi olan o topraklar tarihinde hiç olmadık kadar yine kan kokuyor.
Sevgilileri ise çok kıskanç.
Osmanlının “herkese yer var” sözünden ders almamışlar.
Gökten bombalar yağıyor. Gökler gürlüyor, yer yerinden oynuyor. Anaların, çocukların çığlıkları arşı titretiyor. Yürekleri parçalıyor. Dünya duymuyor, duysa da susuyor.
İnsanlar ölmemeli. Hele masumlar hiç ölmemeli. Hangi milletten olursa olsun yaşama hakkı en doğal haktır.
Kuran, “Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir” diyor.
Tevrat, “Öldürmeyeceksin” diyor.
Lakin gökler ölüm kusuyor.
Üzerine bir bombanın düşmesiyle geride parçalanmış cesedi ve kanlı tekerlekli sandalyesi kalan yaşlı bir insanın evinde bir mektub bulunuyor.
Allah’a yazılmış bir mektup…
“Ben ki kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim ne kalem tutuyor ne de silah!..
Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim!..
Ben ki saçları ağarmış, ömrünün son demlerinde, türlü hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belalarının estiği biriyim!..
Bir halk yok mu? Hiç mi kimse yok…
Allah’ım! Sana şikâyette bulunuyorum. Gücümün azlığını, imkânımın yetersizliğini ve insanlara karşı zaafımı sana şikayet ediyorum…
Allah’ım! Akıtılan kanlar, dokunulan ırzlar, çiğnenen hürmetler, yetim bırakılan çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsad edilmiş ekinler aşkına sana şikâyette bulunuyorum…
Sana şikâyette bulunuyorum! Gücümüz dağıldı ve birliğimiz bozuldu. Yollarımız ayrıldı.”
Yer yüzünde muhatabı olmayan mektupları, merhametlilerin en merhametlisi olan Allaha arz etmekten başka ne gelir elimizden.
Üst başı kan revan içinde kalbi kırık Nebi, Taif’ten dönerken, ellerini ve sürmeli ceylan gözlerini göklere çevirerek,
“Allah’ım halimi sana şikâyet ediyorum” dememiş miydi?
Kalbi kırık Nebi gibi biz de çaresizliğimizi Allah’a arz ediyoruz.
“Allah’ım! Ülkemizde de kardeşlerimize yardım etmemize engel oluyorlar, yardım edenleri hapse atıyorlar, çocukları analarından ayırıyorlar, insanları canlı canlı mezara koyuyorlar. Halimizi Sana şikayet ediyoruz”
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.