Gurbette gün battı batıyor.
Bir iki dostla yakın bir kasabaya iftara gidiyoruz.
Ağır yaralı olan kış son hamlelerini yapıyor.
Aslında o da biliyor bahara karşı koyamayacağını.
Bu yüzden hırçınlaşıyor. Bütün mevzileri kaybettiğini fark eden kış pılısını pırtını toplamaya hazırlanıyor.
Bir ara lapa lapa yağmaya başlayan kar siperde duran güneşin görünmesiyle ansızın baskına uğrayan askerler gibi sağa sola kaçışmaya başlıyor.
Kısa süren bir yolculuktan sonra arabamız büyük bir spor salonun önünde duruyor.
Yüzlerine orucun güzelliği ve gülümsemesi sinmiş davet sahipleri bizi kapıda karşılıyor.
Siyah elbiseli bir hanımefendi, “beni tanıdınız mı” diyor. “Adım Hatice İltica bürosunda sizinle birlikteydik.”
Gurbette karşılaşmalar, buluşmalar da bir başka oluyor.
Dev salona girdiğimizde bizi tatlı bir ney sesi karşılıyor.
Ayrılıkları anlatan ney sesi, gönüllere bambaşka bir neşe katıyor.
Ney, “ayrılıklardan şikâyetini” dile getirse farklı kültürlerdeki yüzlerce insanın doldurduğu salonda ayrılıkların ve hasretlerin beslediği bir birlik ve beraberlik hemen hissediliyor.
Sanki Hazret-i Mevlânâ aramızda.
Koca sultan onca yıkılışların onca harabelerin arasından sevgiyle sesleniyor salondakilere.
Önüne gelen her şeyi yıkıp yakan Moğol istilası bile onu sevgi söyleminden niye vazgeçiremediğini şimdi bu gurbet yurdunda daha iyi anlıyor insan.
Ömrü harp meydanlarında, memleket hapishanelerinde geçen, sürgünden sürgüne gönderilen Bediüzzaman’ın “biz muhabbet fedaileriyiz” sözü bir bayrak gibi salonun en müstesna köşesinde dalgalanıyor.
İftar saati yaklaştıkça görkemli salonu dolduran yüzlerce insan, bu anın ulviyetini bozmamak istercesine sesini çıkarmıyor, sohbetlerini adeta fısıltı halinde yapıyor.
1995 ramazanında Hocaefendinin tavsiyeleri ile başlayan orucun evrensel yürüyüşünün adımlarını küçük bir kasabadaki büyük bir spor salonunda her kesimden insanın katılımıyla görmek çok güzel bir duygu.
Yeni başlangıçlar zordur ama meyveleri güzeldir.
Nerdeyse hemen her bir muhacir tanıdığı bir yerli aileyi davet etmiş. Onlarla candan ilgileniyor. Ömürlerinde ilk defa bir iftar sofrasının sıcaklığını yüreklerinde hisseden yerli insanların mutluluğu ışıltılı pınarlar gibi olan gözlerinden taşıyor. Her şey ince ince düşünülünmüş.
Hemen yan tarafta çocuklar için büyükçe bir bölüm ayrılmış.
Birkaç kişi çocuklarla yakından ilgileniyor. Onlarla oyun oynuyor, eğleniyor.
Çocuklar atmosferden oldukça mutlular.
Salonun bir köşesine sarının değişik tonlarındaki balonlarla hilal şeklinde tak kurulmuş.
Balonlar arasına “Ramazan Kerim” yazılmış.
Herkes gidip orada fotoğraf çektiriyor.
Kendisi de şeker gibi tatlı olan bir kızımız yöresel Osmanlı kıyafetiyle çocuklara minik elleri ile tuttuğu sepetle şeker dağıtıyor.
Diş kirası da unutulmamış.
Masalardaki bütün misafirlerin önünde
Tüllere sarılmış şeffaf minik bir bohça içinde lokumlar duruyor.
Karşımdaki yerli bayana yanımdaki arkadaşımız orucu anlatıyor.
“Oruç bizden önceki ümmetlere olduğu gibi bize de farzdır. Biz sahur yemeyi içmeyi keseriz ta gün batımına kadar…”
Bayan “Müslümanların orucunu duymuştum ama ilk defa aranızda bulunuyorum, çok güzel çok ulvi bir duygu” diyor.
Bir bacımız, yerli bir bayanın etrafında önünde dolanıyor. Onun mutlu olması için elinden geleni yapıyor. Sürekli misafirine gülümsüyor.
Onun misafirine olan ilgisi gözlerden kaçmıyor.
Yanımdaki biri, “Cavide Hanım” diyor.” Bu hep böyledir.
Bizi kapıda karşılayan Hatice Hanım sürekli sağa sola koşturuyor.
Yüzündeki gülümsemeyle herkese dokunuyor.
Ve nihayet gurbette akşam oluyor.
Salonun bir köşesinden yükselen ezan sesi bir günün daha bittiğini haber veriyor.
Sanki ülkemizde, sanki İstanbul’dayız…
Cennetten efil efil esintilerin yüreklerimize dolduğu o görkemli iftar akşamları geliyor gözlerimin önüne.
Semavi dinlerin ruhani reislerinden iş adamlarına, sanatçılardan bilim adamlarına, gazetecilerden yazarlara her kesimden insanın iftar sofralarındaki yerlerini aldığı günler.
Snatçı Ayşe Şasa’nın dediği gibi, Türk aydını, işte o ramazan akşamlarında üç yüz yıllık tedrici bir çöküşün, ufuksuz ve rüyasız kıldığı bir kültür coğrafyasının, bir kez daha pırıl pırıl, göz alabildiğince geniş ve evrensel bir hayat hamlesinin eşiğinde olduğunu hissetmeye başlamıştı.
Ve ufuklarına vuran bu güzel rüyayı selamlama yarışına koşmuşlardı.
Mehmet Altan’ın “işte Türkiye fotoğrafı” dediği sözlerini hala hatırlıyorum;
Prof. Dr. Nur Vergin’ in sevinç ve sitem kokan sözleri hala hafızamda duruyor;
“Hep hayıflanırdım. Üç seneden beri oruç tutan birisi olarak hep derdim ki "Ya Rab, bu Türkiye Müslümanları neden beni de bir iftar yemeğine çağırmazlar.”
Rusya Federasyonu Müftüsü Ravil Gaynuddin;
“20 milyon Müslüman adına sizleri selamlıyorum. Özellikle Fethullah Gülen’i tebrik ediyorum.”
Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir;
“Barış, cesur yürekli insanların işi. Yürekler bir olunca barış mutlaka tecelli edecektir.”
Vatikan Temsilcisi Marovich;
“Burada böyle muhteşem bir görüntü var. Bu muhteşem gecenin mimarı Fethullah Gülen Hocaefendi için her gün dua ediyorum.”
Türk Hahambaşı İshak Haleva;
“Bu muhteşem tabloya ekleyecek bir söz yok. Bu gece Tanrı huzurunda eminim ki şöyle bir ses var:
“İşte istediğim budur.’’
Fener-Rum Patriği Bartholomeus, “Bizim Yorgo, Samsun’da askerlik yapıyor. Arkadaşı Mehmet ona bir gün şöyle diyor;
“Yorgo! Eğer Fethullah Gülen Hocaefendi ile senin patriğin Bartholomeos'u el ele tutuşmuş görmeseydim seni burada evire çevire döverdim. Çünkü size çok kızıyordum.”
Söz sultanı ne güzel söylemiş;
"Hoşgörü bizim yamaçlarımızın gülü, çiçeğidir. Onu gerçek derinlikleriyle, buutlarıyla başka yerde aramak beyhudedir zannediyorum…”
O iftar akşamlarından çıkan sonuç şu oluyordu;
“Aynı gemide birlikteyiz.”
Oruç evrensel fonksiyonunu icra ediyor.
Hasret yurdundaki bu dev spor salonda bunu bütün hücrelerimde hissediyorum.
Gecenin sonunda salondan ayrılırken bizi kapıda karşılayan Hatice Hanım yine o güler yüzüyle uğurluyor.
Lakin onun gülümsemelerinin bile gizleyemediği bir hüzün var gözlerinde. Üzerindeki siyah elbise bir iftar akşamına olan tazimden ziyade yaşadığı acıları haykırıyor sanki.
Onu biraz konuşturmak için, “Bu akşam çok yoruldunuz” diyorum.
“Ben iki kişilik koşmam lazım” diyor.
“Neden?”
Eşim bu süreçte vefat etti. Ben iki çocuğumla geldim buralara.
15 Temmuz darbesinde eşim hastanede idi. Kanser teşhisi konuldu. Ailecek yıkıldık. Bu yetmezmiş gibi her ikimizde görevlerimizden uzaklaştırıldık. Hakkımızda dava açıldı. Öğrencilerimden kopmak bana çok ağır geldi.
Eşim o hasta haliyle mahkeme kapılarında süründü. Aşırı üzüntü onu perişan etti. Hastalığı çok süratli, ilerledi. Yavaş yavaş bilincini kaybetmeye başladı.
Annesini babasını çocuklarını bile tanıyamaz hale geldi. Son anlarında eşime, “beni tanıyor musun” dedim.
Hatice’m ben seni nasıl unuturum” dedi. Bu onunla son konuşmamız oldu.
Onu devamlı ziyaret edebilmek için kendi ilçeme defnettim. Sürekli mezarına gidiyor ona dua ediyor, mezarın başına oturup onunla konuşuyordum. Eşim çok güzel bir insandı. Beni hiç incitmedi.
Gittiği yerde de incinmez inşallah.
Ben eşimden razıydım, Rabbim de ondan razı olsun.
Beni de alacaklarını biliyordum. Çember daralıyordu.
Çocuklarım “anne gidelim buralardan” dedi. Son defa çocuklarımla eşimin mezarına uğradım. Onunla vedalaştım. “Biz gidiyoruz” dedim. “seni burada yalnız bırakıyoruz hakkını helal et” Çocuklarımı babalarının mezarından koparmak kolay olmadı.
Ben eşimi toprağa bırakıp geldim buralara. Yaşlı anne babamı bırakıp geldim. İki çocuğumla uçsuz bucaksız denizi geçerek geldim.”
İftar akşamının temiz nahiyesine ağır bir hüzün çöküyor.
Gözler buğulanıyor.
Bu hasret diyarlarında hemen herkes yüreğindeki yaralarla, yangınlarla yürüyor yarınlara.
Lakin ruhlarında binlerce fırtına esirirken yüzlerindeki gülümseme eksik olmuyor.
Bu fırtınalara, bu ayrılıklara, bu acılara nasıl dayanıyorlar ve hiçbir şey olmamış gibi koşmalarına nasıl devam ediyorlar anlamakta zorlanıyorum.
Uhud’da Afra Hatuna, “işte baban, işte kocan, işte oğulların!” diyorlar.
Hepsi şehit olmuş kızgın kumların üzerinde cansız yatarken o “Resulullah nerde bana onu gösterin” diyor.
Bu kahraman kadınlarımız Afra Hatunlara özenmiş olmalı diye düşünüyorum.
Ayrılıklardan haber veren yanık bir ney sesi bizi uğurluyor.
Dışarda mevsim kışla baharın son dansında.
Çiçek açmış bademlerin üzerine kar o kadar gönülsüz o kadar yorgun yağıyor ki sanki sonucu belli olan bir savaşa zorla sürülmüş askerler gibi.
Gelinliklerine bürünmüş badem ağaçları;
“Bahar geliyor!” diye avaz avaz haykırıyor.