İncecikten yağan karın altında sokaklarda yürürken farklı konseptlerle ışıklandırılmış evlerin önünde durup uzun uzun izlemekten kendimizi alamıyoruz.
“Hazreti İsa ışığa gelirmiş.” inancıyla günlerden beri yollarda, evlerde, parklarda, bahçelerde ışık saltanatı hüküm sürüyor.
İncecikten bir kar savuruyor.
Gece İskandinav ülkelerine çok yakışıyor.
Arabamız göl kenarındaki bir kamp evinin önünde duruyor.
Gece çok soğuk olmasına rağmen havada hiçbir esinti yok. Başlarını göklere uzatmış çam ağaçları, üzerlerindeki kefenleriyle donmuş ölüler gibi kıpırtısız duruyorlar.
Karanlıkta biraz dikkatlice bakınca gölün de donmuş olduğunu fark ediyoruz.
Sanki bütün dünya derin bir sessizliğe bürünmüş.
Tek bir ses, tek bir esinti yok. Sessizlik bile uykuda.
Birden, camlarından loş ışıkların sızdığı kamp evinden koro halinde bir ses yükseliyor.
“Ya Cemilü Ya Allah”
Buz tutmuş olan sular, beyaz bir uykunun kollarındaki ağaçlar, bu sese kulak kesiliyor. Gece siyah sürmeli gözlerini açıyor.
Bu sesler anılarımızın kapılarını aralıyor.
Yarım asır öncesine, tâ bizim oralara alıp götürüyor.
Ege’nin dağlarından yükselen seslere…
Çadırları kurmanın, çukurları kazmanın, market market dolaşıp erzak temin etmenin, kuyudaki çamuru çıkarmanın 28 yaşında bir genç olan Hocaefendi’nin omuzlarında olduğu günlere.
O gün bir avuç gençtik.
Bir iş adamının “Hocam, değer mi bu bir avuç çocuk için bu kadar zahmete?” dediğinde;
Hocaefendinin, “Geleceğin dünyasını bu bir avuç dediğin çocuklar kuracak.” dediği günler.
O bir avuç çocuk, çoğalıyor.
"Sıza sıza göl oluyor
Akar akar yol oluyor
Yaradan dileyince
Az çoklardan bol oluyor"
O çocuklar kendilerini yollara vuruyor.
Güneşe yolculuk başlıyor.
Güneşin doğup battığı her yere uzanıyorlar.
Hayaller hakikat oluyor.
Uyuyan sular o seslerle uyanıyor.
Issız ormanlar, o seslere kulak kesiliyor.
Ve işte biz karlarla kaplı ormanların ortasındaki bir kampta kalabalık bir toplulukla yeni bir yıla “merhaba” diyoruz.
Onlarla geçmişin muhasebesini yapıyoruz, geleceğin hayallerini konuşuyoruz.
Bereketli bir iki gün geçiriyoruz.
Issız ormanları “Ya Cemilü Ya Allah” sesleri ile velveleye veren bu iyi yürekli insanlar topluluğuna veda ediyoruz.
Yine karlı buzlu yollara vuruyoruz kendimizi.
Yolumuz bu defa bir başka kampa düşüyor.
On beş yirmi kadar on, on iki yaşlarında, sanki gökten yere düşmüş masum melekler topluluğu. Hepsi diz çökmüşler önlerine koydukları kağıtlara bakarak tesbihat yapıyorlar.
Öyle duygulu, öyle güzel bir sahne ki anlatamam.
Onlarla da biraz hasbihal ediyoruz.
Sonra onlara da veda ediyoruz.
Bir başka şehirdeki programa yetişmek için biz yine yollardayız.
Sulu sepken kar yağıyor.
Bir ara telefonum çalıyor.
Hisli bir kadın sesi…
Sesin sahibi tanıdık biri.
Sürecin ilk şehitlerinden Gökhan Açıkkollu kardeşimizin sevgili eşi Mümine Hanım;
“Bir soru sormak istiyorum.” diyor.
“Buyurun.” diyorum.
“Yeni çıkan ‘Işık-Karanlık Devr-i Dâimi’ kitabında Hocaefendi, ‘Ashab-ı Uhdud’ (Hendek Sahipleri) tabirini hendeklere atılarak ateşlerde yakılan masum ve mazlum insanlar için kullanıyor. Kitap isimlerini ve yazıların yerlerini de söyleyerek “Halbuki” diyor, “oralarda da ‘Ashab-ı Uhdud’un, insanları hendeklere atarak diri diri yakan ve onların yanışlarını zevkle seyreden sadist zalimler olduğunu söylüyor.”
Yanımdakiler de bu soruyu duyuyorlar.
“İşte bu.” diyorlar. “Dikkatli ve donanımlı olmak böyle bir şey.”
‘‘Kitap okunacaksa böyle okunmalı.”
Birisi “Ben de yeni çıkan kitaptan bu bölümü okudum ama hiç dikkat bile etmemişim.” diyor.
Genç yaşında ataşlara atılan, yüreğinde oluşan yarıklarda alevlerin sürekli yer değiştirip durduğu bacımızın bu sorusuna,
“Bu beni aşar.” diyorum. “Bunu Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ilim ve irfan ocağında pişmiş olan Cemal Türk Hoca’ya soralım.”
Öyle de yapıyoruz.
Cemal Hoca, “Bacımızın dediği doğru.” diyor.
“Ashab-ı Uhdud, hem ateşe atılan masum insanlara hem de ateşe atan zalimlere deniyor.
Hatta Hocaefendi bir başka yerde de, ‘Her devirde ateşlere atılan mazlumlara ve onları atan firavunlarla, zulme sessiz kalan, zevkle seyreden kimselere de ‘Ashab-ı Uhdud’ denir.’ Diyor.’’
Hikmet ve himmetine hayran olduğum Cemal Hoca’mız bir yolculukta olmasına rağmen dakikalar içinde bir dosya gönderiyor.
Dosyanın başında bir ithaf cümlesi var;
‘‘Bu dosyacığı Ashab-I Uhdûd’un zulme maruz kalanlar cenahında günümüzdeki bir iz düşümü olduğuna inandığım, merhum ve mazlum Gökhan Açıkkollu kardeşime ithaf ediyorum.”
Bu giriş cümlesi büyük bir ilim ve hikmet sahibi olduğunu zaten bildiğimiz Cemal hocanın aynı zamanda zarafet sahibi birisi olduğunu da ele veriyor.
Hadislerde ‘Ashab-ı Uhdud’ kıssası şöyle anlatılıyor;
Zalim bir kralın kâhini vardır. Yaşı epeyce ilerleyen kâhin, krala: “Ömrüm sona yaklaştı. Bana bir çocuk ver de ona büyü öğreteyim.” diyor ve kralın kendisine verdiği çocuğa yetiştirmeye başlıyor. Fakat çocuğun eviyle kâhin evi arasında bir rahip vardır.
Çocuk bir gün o rahibin yanına uğruyor. Rahibin anlattığı şeyler çocuğun daha çok hoşuna gidiyor.
Bir gün halkın gittiği yol üzerine korkunç bir canavar çıkıyor. Çocuk yerden bir taş alıyor ve: “Allah’ım, eğer sen rahibin yaptıklarını kâhin yaptıklarından daha çok seviyorsan bu hayvanı öldür, insanlar yollarına gitsinler.” diyerek taşı atıyor. Canavar ölüyor, insanlar da yollarına gidiyorlar. Çocuk bu olayı rahibe anlatıyor.
Rahip çocuğa, ‘Oğlum, sen şimdi benden üstünsün. Bundan ötürü imtihan edilebilirsin. İmtihan anında beni ele verme.’ diyor. Gün geçtikçe çocuk daha bir seviye kazanıyor ve meşhur oluyor. Öyle ki körü, abraşı ve diğer hastaları iyileştirmeye başlıyor.
Derken, bir gün kralın âmâ olan bir dostu da kendisini iyileştirmesi için çocuktan istekte bulunuyor.
Çocuk, ‘Ben kimseyi iyi edemem, ancak Allah iyi eder. Eğer Allah’a inanırsan, O sana şifa verir.’ diyor.
İyi olan adam, kralın yanına gidiyor.
Kral hayret ediyor ve bunu kimin yaptığını soruyor.
Adam, ‘Rabbim iyi etti’ diyor.
‘Yani ben mi?’ diyor Kral.
‘Hayır, benim de Rabbim, senin de Rabbin olan Allah.’
‘Senin, benden başka Rabbin mi var?’ diyor Kral.
Kral, en yakın dostu olan adamına korkunç işkenceler ediyor.
İşkencelere dayanamayan adam sonunda çocuğun ismini söylüyor.
Kral, çocuğu çağırtıyor.
Ona da işkence etmeye başlıyor.
Çocuk rahibin adını vermek zorunda kalıyor.
Kral, rahibi, çocuğu ve nedimini dinlerinden dönmeleri için zorluyor.
Lakin hiçbiri dönmüyor.
Rahibi ve nedimini testereden geçiriyor.
Halkın tepkisinden çekinmiş olmalı ki çocuğu hemen öldürmüyor.
Yüksek bir dağdan atmaları için adamlarına teslim ediyor.
Çocuk, ‘Allah’ım, beni bunlardan kurtar.’ diye dua ediyor. Dağ sarsılıyor ve kralın adamları aşağı yuvarlanıyor.
Çocuk kurtuluyor ve kralın yanına geliyor.
Kral, bu kez çocuğu başkalarına teslim ediyor.
‘Eğer dininden dönmezse onu denizin derin bir yerine atın.’ diyor.
Çocuk, duasıyla onlardan da kurtuluyor.
Kral’a kendisini nasıl öldürebileceğini anlatıyor.
Bütün insanları bir meydana toplamasını ve kendisini bir dala asmasını, sonra da ‘Çocuğun Rabbi olan Allah’ın adıyla.’ diyerek okla vurmasını söylüyor.
Kral, çocuğun söylediklerini yapıyor. Ok çocuğun bağrına saplanıyor ve çocuk ölüyor. Bu sahneyi izleyen halk, ‘Biz, çocuğun Rabbine inandık.’ diyor.
Bunun üzerine Kral, Allah’a iman eden insanlara karşı amansız bir takip başlatıyor.
Bu iş için derin hendekler kazdırıyor. Hendeklerin içine büyük ateşler yaktırıyor. İnanmış insanları genç-yaşlı, kadın-erkek, çoluk-çocuk demeden ateşe attırıyor.
İnananlar, imanlarından dönmüyor ve seve seve alevlerin arasına atlıyorlar.
Bir gün, kucağında çocuğuyla bir kadın getiriliyor.
Kadın, yanan alevleri görünce içinden bir tereddüt geçiriyor.
Kucağındaki bebeği dile geliyor;
‘Atla anne! Sen haklısın, onlar haksızdır.’’
Hadislerde anlatılan ‘Ashab-ı Uhdud’ kıssası kısaca böyle.
Bir tarafta bu zulmü işleyip alevleri tutuşturanlar, diğer tarafta da bu elim manzaradan hiç utanıp sıkılmadan hendeklerin kenarlarında oturup yanan insanları seyreden insan yığınları...
İnsanlık tarihi ne yazık ki bu ve benzeri zulümlerle lekelidir.
Prf. Dr. Muhiddin Aygül Hocanın dediği gibi bazen bir coğrafyada ateşlere atılmak şeklinde, bazen başka bir coğrafyada testerelerle biçilmek şeklinde, bazen de başka bir coğrafyada hapisler, zindanlar, sürgünler, kendi toprağında paryalar, Meriç ve Ege Denizi’nde boğulmalar ve hak mahrumiyetleri şeklinde ama hep cereyan edip durmuştur.
Müslümanlara eziyet eden, onları yurtlarından çıkmak zorunda bırakan, evlerinden, mallarından mülklerinden alıkoyan, onları haksızca ve zorla gasp eden, hürriyetlerini çalan, hapishâne hapishâne dolandıran çağdaş Ebu Lehepler, modern Firavunlar, Hâmanlar, Nemrutlar hep olmuştur.
Insanlık tarihine birer kara leke olarak geçmiş birçok önemli olay yaşanmıştır. Srebrenitza katliamı, Hama katliamı, Felluce katliamı, El-Halil katliamı ve Doğu Guta katliamı, bugün kendi ülkemizde ve Filistin’de yaşananlar insanlık tarihine atılan kara lekelerden bazılarıdır.
Bir rahib olan Bartolome De Las Casas’ın “Kızılderili Katliamı” kitabı bir soykırımın anatomisi olarak kabul edilir. Bu kitabı okumak için ruh sağlığının bozulmasını göze almak gerekir.
Çağlar değişiyor, yıllar bitiyor, isimler değişiyor lakin firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller hiç bitmiyor.
Zalimler kendilerini güçlü gördüklerinde azgınlaşıyorlar.
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.