“Mekke’de müşriklerin estirdiği hava, bir boğa yılanı gibi mazlum Müslümanları sıktıkça sıktığı, inananların nefes almakta bile zorlandığı bir gün Güllerin Efendisi, ‘Sizin hicret edeceğiniz yurt bana gösterildi.’ diyor. ‘İki kara taşlık arasında, hurmalık, çorak bir yer gördüm. Orası Yesrib’dir. Yüce Allah, Yesribli Müslümanları sizin için kardeş ve Yesrib’i de emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı!’
Bu işaret sonrası müminler küçük kafileler halinde Medine’ye hicret etmeye başlıyorlar.
Yollarda göç vardır.
Göçenlerin muradı, önce müşriklerin zulmünden kurtulmak, sonra inananlara katılmaktır.
Görünüşte birincisi vatandan ayrılmak, ikincisi ise gurbette yaşamak demek. Ama onlar, ‘İslam her yerde bizim vatanımız olacak.’ diyorlar.
Muhacir Müslümanlar, önce gizlice gelip tavaf ediyorlar, Kâbe ile vedalaşıyorlar, sonra hicret yollarına düşüyorlar.
Her biri giderken Kâbe’nin yüreğinden bir parça kopuyor, her geçen gün Kâbe biraz daha yalnızlaşıyor.
Müminler, bunca yıl sevgi, özlem ve ümitle yaşadıkları vatanlarını bir bir terk ediyorlar.
İlk hicret edenlerden biri Ebû Seleme oluyor. O, hem Allah Resûlünün halası Berre’nin oğlu, hem de süt kardeşiydi.
Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe, onu da emzirmişti. İslam’ın henüz ilk günlerinde hanımı Ümmü Seleme ile birlikte iman etmiş, Allah yolunda nice eza ve cefaya göğüs germişti.
Rabbine özgürce ibadet etmek, zalimlerin işkencelerinden kurtulmak için önce Habeşistan’a hicret etmişti. Habeşistan’dan döndükten sonra kavminin zulmüne, hakaret ve işkencelerine sabretmişti. Medine’ye hicret izni çıkınca eşi Ümmü Seleme ve oğlu Seleme ile birlikte bir seher vakti gizlice Mekke’den ayrılmıştı.
Yolda sanki yürümüyorlar, özgürlüğe kanat çırpan üç kelebek gibi uçuyorlardı. Şirkin ve zulmün esiri bu şehirden kurtulmak için acele ediyorlardı. Bir an önce Mekke’den uzaklaşmalı, imanlarını özgürce yaşayabilecekleri Yesrib’e kavuşmalılardı.
Kureyşliler fark ederse hicretlerine mani olabilirlerdi. Seleme ailesi ikinci defa hicret ediyor, imanları uğruna vatanlarından bir kez daha vazgeçip Allah’a gidiyorlardı.
Ailenin üç ferdi de bir aradaydı. Zalimlerin zulmünden uzaklaşıyorlar, attıkları her adımla yeni bir başlangıca doğru yürüyorlardı. Bundan daha büyük bir mutluluk olabilir miydi?
Tam kurtulduklarını düşünürken çölün sessizliğinde derinden gelen bir uğultu geliyor. Peşlerinden doludizgin atlıların geldiğini görüyorlar.
Hızlanmaya çalışıyorlarsa da nafile.
Çok geçmeden etrafları sarılıyor. Gelenler, Ümmü Seleme’nin akrabaları Muğîreoğulları’dır.
Ebû Seleme’nin isterse çekip gidebileceğini ancak hanımı Ümmü Seleme’nin gidişine asla izin vermeyeceklerini söylüyor, bağırıp çağırıyorlar.
Ebû Seleme’nin kabilesi de durumu haber alıp, arkadan yetişiyorlar. Onlar da Muğîreoğullarına bağırıyor, küçük Seleme’nin kendi çocukları olduğunu ve onu annesine asla vermeyeceklerini söylüyorlar.
İki kabile çocuğun kollarından tutup çekiştirmeye başlıyorlar. Nihayet zavallı çocuğun kolu çıkıyor. Ümmü Seleme bir köşede çaresizce ağlıyor, Ebû Seleme’nin elinden hiçbir şey gelmiyor.
Muğîreoğulları Ümmü Seleme’yi zorla alıp götürüyorlar. Esedoğulları da küçük Seleme’yi yanlarına alıp gidiyorlar.
Ebû Seleme yaşlı gözlerle hanımı ve yavrusunun ardından bakakalıyor. Üç kişilik aile üç parçaya bölünüyor, mutlu bir yuva paramparça oluyor.
Ebû Seleme, uzun bir süre çölün ortasında melûl ve mahzun öylece oturuyor. Gözyaşları sel oluyor.
Faran Dağları’nda gün batarken, ‘Ya Allah!’ diyerek Yesrib’e, hicret yurduna doğru yürümeye başlıyor. Bir yandan ağlıyor, bir yandan hanımı ve çocuğunu emanet ettiği Rabbine dualar ediyor.
Günler sonra Kuba’ya varıyor.
Muhacirler içinde Ebû Seleme ve ailesinin yaşadığı hicranı belki de hiçbir aile yaşamıyor.
Eşinden ve yavrusundan ayrı kalan Ümmü Seleme bir yıl boyunca Ebtah Vadisi’ne gidip kocasının bulunduğu Yesrib’e doğru bakarak gözyaşı döküyor. Ayrılık acısını çölün kumlarıyla paylaşıyor.
Her gün Kâbe’ye gidiyor, onu kocasından ayıran, yavrusunu elinden alanlara beddualar ediyor, yuvasını dağıtan zalimlerin hakkından gelmesi için Rabbine yalvarıyor.
Gözünden akan yaşlar, Yesrib’e bakarak söylediği acı dolu sözler, yerleri ve gökleri inletiyor fakat Kureyş’in taşlaşmış kalbini insafa getirmiyor.
Ebû Seleme’nin de her gün oturduğu Kuba kasabasının dışına çıkıp eşi ve çocuğunu gözlediği haberleri geliyor.
Aradan bir yıl geçiyor. Mahzûmoğullarından insaflı bir adam artık dayanamıyor, bu zulme isyan ediyor.
‘Yeter, bu kadına çektirdikleriniz! Bırakın, kocasının yanına gitsin!’ diyerek tepkisini dile getiriyor.
Ailesi, Ümmü Seleme’ye kocasının yanına gidebileceğini söylediğinde çilekeş kadın hemen hazırlıklara başlıyor.
Yola çıkarken kocasının kabilesi de oğlu Seleme’yi ona teslim ediyor.
Ümmü Seleme oğlunu bir deveye bindirerek Medine’ye doğru yola çıkıyor. Yanında ne onu tehlikelerden koruyabilecek, ne de yol gösterecek biri vardır ama o bunları umursamıyor.
Her şeyi hatta ölümü bile göze alıyor. Ne yapıp edecek, hicret yurduna ve kocasına kavuşacaktır.
O, tarihin gördüğü en cesur kadınlardan biridir. Ten’îm mevkiine geldiğinde Osman ibni Talha ile karşılaşıyor.
İstikbalin sahabelerinden biri olan Osman,
‘Ebû Ümeyye’nin kızı, böyle yalnız başına nereye gidiyorsun?’ diyor.
‘Medine’ye, kocamın yanına.’
‘Vallahi seni bu şekilde bırakamam!’ diyor ve devesinin yularını tutarak Ümmü Seleme’ye hicret yolu boyunca refakat ediyor.
Günlerce süren zorlu yolculuğun sonunda uzaktan Kuba kasabası görünüyor.
Osman, ‘Ey Ebû Ümeyye’nin kızı! Kocan Ebû Seleme işte şu köyde. Allah’ın bereketiyle git.’ diyor ve Mekke’ye geri dönüyor.
İslam’ın ilk muhaciri Ebû Seleme de her gün olduğu gibi yine o sabah Kuba kasabanın dışına çıkmış, hanımını ve çocuğunu gözlemektedir. Uzaktan onları görünce koşmaya başlıyor, duygulu bir kavuşma sahnesi yaşanıyor.’
…
Mahalle mescidindeki genç hocanın gönülleri harekete geçiren dokunaklı sesiyle Seleme ailesinin yürek yakan dramını anlatırken sürecin parçaladığı aileler geçiyor gözlerimin önünden.
İlk karda polislerin arasında kucağında bebeği ile zindanlara götürülen kadınlar…
Köpeğe “Annem nerede?” diye soran masum yavrular…
Bir orman yangınından fışkırmış alevli dallar gibi ömrünün baharında ülkelerinden kaçan insanlar…
Hemen herkesin ortak kaderi olan Meriç…
Delik botlar, azgın sular, Survivor yarışmacıları gibi çamurların içinde bata çıka yürümeler, yırtık ayakkabılar, tel örgüler, dikenli teller, silah sesleri, kirli yataklar, kırık dolaplar, ağlayan çocuklar, çocukların ağlayışına dayanamayıp ağlayan anneler…
İnsanlık tarihinin Milattan önce ve Milattan sonra diye ikiye ayrıldığı gibi Hizmet mensuplarının hayatları da Meriç’ten önce ve Meriç’ten sonra diye ikiye ayrılıyor.
Rektörler, akademisyenler, gazeteciler, öğretmenler, iş adamlarının ülkelerinden kaçıyor.
Önlerindeki ümit, yıllarca düşman bildiğimiz Yunanistan’a geçmek; arkalarındaki korku, dün dost bildiklerimiz tarafından yakalanıp hapse atılmak olan aileler.
Uzaklarda kabaran derelerin korkunç uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çıkan ayakların boğuk hışırtısı…
Kucaklarındaki çocuklarla çamura kapaklanıp kalan anneler…
“Alın dünyanız sizin olsun!” der gibi Meriç’in soğuk sularını kendilerine mezar kılanlar…
“Yavrumu kurtarın…” diye gecenin karanlığını yırtan sesler…
Nice gelinlik çağındaki körpe kızlara, nice babayiğitlere ıslak mezar olan Meriç…
Yasaklı kulaklarla son kez dinlenilen ezanlar…
Ülkesine son kez bakan yaşlı ve yasaklı gözler…
Ve sonra ay ışığı vurmuş gurbet topraklarında, dikenlerin arasında yürüyüp giden insanlar…
Genç hocanın okuduğu hutbe bitiyor ama ben de bitiyorum. Uzun zamandan beri bu kadar içten bu kadar samimi bir hutbe dinlediğimi hatırlamıyorum.
İkindiye kadar anasının sıcak kucağını özlemiş çocuk gibi mahalle mescidinin bir köşesinde sessizce oturuyorum.
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.