Yüzyılın en sıcak günlerinden birinde uğradığımız Beyaz Zambaklar ülkesinden gün batımında ayrılıyoruz.
Uçağımız, akşamın alacasında uçsuz bucaksız gökyüzüne doğru kanatlanırken kulağımda hep o sözler uğulduyor:
“Akrabalarımızın, kardeşlerimizin hatta anne ve babalarımızın dışladığı bir dönmede aynı ideali paylaştığımız kardeşlerimizin bizi sahiplenmesi hizmete olan imanımızı tazeledi. Hizmet kardeşliğinin ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anladık. Dört duvar arasında geçirdiğimiz o sıkıntılı günlerde Rabbim bize genişlik verdi. Lakin dışarı çıkınca düşmanca bakan gözlerden, her daim yüreğimizi yaralayan sözlerden sıkıldık. Ölümü göze alarak kanlı Meriç’i geçtik. Nice macera ve menzillerden sonra Kuzeyin bu soğuk ülkesine geldik.
“Bu gurbet illerde ne yaparız” derken bizden önce bu diyarları yurt edinen kardeşlerimiz bizi sahiplendi.
Fatoş abla hepimize ablalık yaptı, kol kanat gerdi. Eşim benden sekiz ay sonra gelebildi buralara.
Ülkemdeki akrabalarımı kaybettim ama burada kamplarda yeni akrabalar edindim.
Hicret niyeti ile çıktık yola. Rabbim ömrümüzün sonuna kadar buralarda kalmayı ve bir tohum gibi bu topraklara gömülmeyi nasıp etsin…”
Kucağında çocuğu ile bir bacımızın söylediği bu sözler beni her şeyin en güzeli, en güzel devir olan gül devrine alıp götürüyor.
Medine’nin daha ilk günlerinde Kutlu Nebi, Ensar ve Muhaciri Enes Bin Malik’in evinde topluyor ve onları kardeş yapıyor.
Zira Medine’de her bir kabilenin kalbinde, karşılıklı bıraktıkları acılar vardı. Emzikte büyüyen çocuk gibi gün be gün büyüyordu acılar.
Ensar ve muhacirin bu yaralarını sarmak kolay olmasa da, gözleri ışık saçan Kutlu Nebi çevresinde ağırbaşlı bir saygı uyandırmıştı.
Çünkü o herkesi kucaklıyor, herkes için yüreği titriyordu. Düşmanlığı yok etmek, yürekleri sevgide birleştirmek istiyordu.
Herkes yorgun yüreklere yeni bir umut güneşinin doğduğunun farkındaydı.
Bu güneşin tüm dünyayı sonsuza dek aydınlatacak güce sahip olması herkese ziyadesi ile haz veriyordu.
O gün Hazreti Enes’in evinde, önce Muhacirler kendi aralarında, sonra da Ensâr ve Muhacirler birbirleri ile kardeş oldular.
Ama daha da önemlisi, yüz yıllar boyu birbirlerine kin ve nefretle bakan, bir birlerini acımasızca öldüren, Evs ve Hazrec kabilesinin insanları yüz yıl sonra bir birlerine sarıldılar. O mütevazı evde Medine, tarihin en güzel en duygulu sahneleri yaşandı.
Muhacirleri Medine'de birer yuva sahibi yapmak için, Ensar, arsa, arazi ve hurmalıklarının fazlalarını Allah’ın Rasulü’ne bağışladılar.
"Ya Rasulallah! İstersen, evlerimizi de bizden al!" dediler.
Böylece muhacirler ev ve arazi sahibi oldular.
Yanlarında getirebildikleri ufak tefek birikimlerin bitmeye başladığı günlere denk gelen bu kardeşlikle Muhacirler derin bir nefes aldırdı.
Bu soylu kardeşlik inşası, Mekkeli muhacirlerin vatan hasretlerini biraz olsun hafifletti. Onları Medine’de bir sığıntı, mülteci olmaktan kurtardı, psikolojik eziklik duymalarını engelledi.
Onlar Ensar’a yük değil kardeş oldular. Yabancı değil şehrin asil sakinleri haline geldiler.
Bu kardeşlik sayesinde yepyeni bir kimlik oluşturuldu. Mekkeli, Medineli ya da İranlı değil, insan olmanın, Müslüman olmanın değer ifade ettiği yeni bir dünya kuruldu.
Müslümanlar, İranlı Selman-ı Farisi’yi paylaşmak için yarışa girdiler.
Ensar, Muhacirlerin yaralarını sarabilmek için olağanüstü gayret sarf etti; ekmeklerini paylaştılar, oturacakları evleri birlikte inşa ettiler, tarihin benzerini görmediği bir cömertlik ve fedakârlık tablosu sergilediler.
Tüm varlıklarını Mekkeli kardeşleriyle paylaşmak isteyen Ensâr en büyük zenginlikleri olan hurma bahçelerini dahi muhacirlere vermek istediler.
“Siz her şeyinizi bırakıp geldiniz” dediler.
Allah’ın Rasulü buna karşı çıkarak hurmalıkların bakım ve sulanmasında birlikte çalışmalarını ve mahsulün paylaşılmasını tavsiye etti.
Kutsal topraklar tarihinde hiç yaşamadığı sevgi sahnelerine şahit oldu.
Sad Bin Rebî’, O, kardeşlik ilanından sonra kardeşi Abdurrahman Bin Avf’ı alıp evine götürdü. Sahip olduğu her şeyi kendisiyle paylaşmak istediğini söyledi. Daha da ileri giderek, “İşte iki hanımım var, beğendiğini boşayayım onunla evlen” dedi.
“Kardeşim, Allah malına mülküne bereket, ailene de afiyet versin. Sen bana bir ip bul, çarşının yolunu göster” dedi soylu sahabi.
Ensar bu davranışlarından dolayı ötelerden alkış aldı:
“Daha önce Medine’yi kendilerine yurt edinmiş ve imanı benliklerine sindirmiş olanlar, kendi beldelerine hicret edenlere muhabbet beslerler; onlara verilen şeylerden dolayı gönüllerinde bir sıkıntı duymazlar; hatta kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler…”
Paylaşılan sadece mal mülk değildi. Bilgiydi, tecrübeydi.
On üç yıl boyunca Peygamberimizin terbiyesi altında yetişen, büyük bir bilgi ve birikime sahip olan Mekkeli Müslümanlar, bildiklerini Ensârla paylaştılar, Medineli kardeşlerine ilim öğrettiler, onlara öğretmenlik yaptılar.
Yıllar Ensar’ın bu samimiyetinden hiçbir şey kaybettirmedi.
Onlar, İslam devletinin güçlendiği, Müslümanların nispeten rahata ulaştığı günlerde bile muhacirlere yardımcı olmaktan geri durmadılar.
Günler değişti, aylar değişti, yıllar değişti, çağlar değişti.
Dünün güvenilir coğrafyaları bugünün savaş alanları haline geldi.
Değişen dünyamızda değişmeyen bir gerçek var ki; insanlar bazen yaşadıkları yerlerden değişik birçok sebeple ayrılabiliyor, muhacir olabiliyor. Kimi vatan toprağını bırakıyor, kimi köyünü, ilçesini, şehrini. Kimi ana-babasını bırakıyor, kimi evlatlarını ve eşini. Kimi kendi rızasıyla ayrılıyor kimi zoraki.
Bu son seyahatimde Beyaz Zambaklar Ülkesinde bir orman yangınından kaçar gibi ülkesinden kopmuş Işık Süvarilerini, Kınalı Küheylanları gördüm.
Dur-durak bilmeden koşmaya, göz alıcı güzellikteki Kuzey ışıklarına kavuşmaya, “ohlaya ohlaya buz dağlarını eritmeye” kararlı gördüm onları.
Yeryüzü yıldızları, kandil kandil serpilmiş Kutupların karanlık gecelerine.
Hamile olan eşiyle birlikte Kuzeydeki kamplardan birine gönderilen bir kardeşimizin bütün ısrarlara rağmen, “kader bizi buralara attı, biz buralarda kalmak istiyoruz, eşimde böyle düşünüyor” demesi, bizi oldukça duygulandırdı.
O ıssız diyarlarda yalnızlığın yenilgisine düşmeden koşturmaları, Zemzemin şırıltılarına koşan insanlar gibi kısa sürede çoğalmaları, oğul veren arılar gibi birlerine sarılmaları görülmeye değer.
Anladım yeni bir muhacir medeniyeti inşa ediliyor.
İnsan olmanın değer ifade ettiği yeni bir dünya kuruluyor. Kutuplar, her gece Çoban yıldızlarının şehrayinine sahne oluyor.
Yaralı muhacirlerin yaralarını sarmak kolay olmasa da, titiz bir koordinasyonla ve içtenlikle herkese dokunma samimiyeti ağırbaşlı bir saygı uyandırmış.
Bir muhacirin, “çünkü o herkesi kucaklıyor, herkes için yüreği titriyor” sözü her şeyi anlatıyor.
Kutuplar, tarihin en güzel en duygulu sahnelerini yaşıyor. Herkes yorgun yüreklere yeni bir umut güneşinin doğduğunun farkında. Günümüzde var olan kaçınılmaz gerçeğin karşısında kardeşliğin en güzeli yaşanıyor.
Anlatılacak daha çok şey olsa da uçağımız, bir başka Kuzey ülkesine inişe geçmeye başlıyor. Kulağımda hep o sözler uğulduyor:
“Akrabalarımızın, kardeşlerimizin hatta anne ve babalarımızın dışladığı bir dönmede aynı ideali paylaştığımız kardeşlerimizin bizi sahiplenmesi hizmete olan imanımızı tazeledi.”