1980’li yılların sonu... Mavi rüyalar şehri Antalya’dayım. Kıştan yeni çıkmış ıslak toprak göğsünü bahara vermiş buhar buhar kabarıyor. Göklere başını uzatmış Toroslar, uçsuz bucaksız Akdeniz muhteşem görünüyor.
Doğu Garajı semtindeki Rasanet Öğrenci Yurdu, İzmir baharının, Akdeniz sahillerinde tomurcuklanan bereketli bir dalı gibi. O pırıl pırıl çocuklar; İsmailler, İbrahimler, Bilaller bize emanet. O ilçe senin, bu ilçe benim diyerek koşturuyor, Torosların tepelerindeki köylere ulaşmak için tozlu yolları tırmanıyoruz. Akdeniz’in sahil kıyılarında, yayla ilçelerinde evler, yurtlar arka arkaya açılıyor.
İzmir’den doğan ışık Torosların tepelerini, Akdeniz’in maviliklerini aydınlatıyor. Ali Şeker, Yavuz Eryılmaz gibi fedakâr gençler, altlarındaki mobiletlerle kapı kapı dolaşıp öğrencilere burs topluyor. Kadife sularına güneş vurmuş Akdeniz kadar aydınlık günlerimiz.
Bir bahar günü odamda oturuyorum. Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi, erkek güzelliğinin en çarpıcı çizgileri içinde otuzunda bir genç giriyor içeri. Dalgın ve simsiyah gözlerinde yeni bir baharın bütün renkleri cıvıldaşıyor. Başı hafiften öne eğik olsa da, yüzünden, gözlerinden vakar dökülüyor. Nur meltemi siması ile gülümseyerek,
“Yeni Ümit adında bir dergi çıkaracağız. Sizden de bir yazı istiyorum.” diyor. Yazı ve ben… Yerle gök arası kadar uzak benden… Gülüyorum. “Hiç yazmadım ki bugüne kadar. Nasıl olacak bu iş?” “Her şeyin bir ilki vardır.” diyor. Yazamayacağıma ikna olmuş olmalı ki umutsuz bir halde kalkıyor. “Başta Hüseyin Tulpar Hoca olmak üzere aklımda birkaç kişi daha var. Onlara da bir uğrayayım o zaman.” diyor.
Bir daha gelmez diye düşünürken akşama doğru o ince, uzun boylu genç yine geliyor. Güzel simasında umutsuzluğun gölgeleri geziniyor. “Ben bu iş için ta Ankara’dan geldim. Kimseden yazı alamadım. Senden yazı almadan ben buradan gitmeyeceğim.” diyor. Bakıyorum, çok kararlı. Sırf, ‘Yeni Ümitler’ için yola çıkmış o gencin umudunu kırmamak, gönlünü hoş etmek için “İyi o zaman bir yazı yazıp sana vereyim.” diyorum. Birden o güzel yüzü gül bahçesine dönüyor. Bir kâğıda o anda aklıma gelenleri karalayıp veriyorum. Nasıl olsa okuyunca çöpe atar ben de böylece kurtulmuş olurum diye düşünüyorum.
1988 yazında dergi çıkıyor. İlk sayısını karıştırırken gözüm bir yazıya mıhlanıyor. “Kime Emanet” Hayret, öylesine yazdığım o yazıyı dergiye koymuşlar. Epey bir zaman, dergiye koyacak başka bir yazı bulamadıkları için koymuşlardır diye düşünüyorum.
Bir gün Hocaefendi bir sohbet sırasında, “Harun Bey’in dediği gibi ‘Bu iş kime emanet?” diyor. Bu söz içimi bir bahar meltemi gibi yalayıp geçiyor. Hayret, yazıyı Hocaefendi de okumuş diyorum. Bir başka keresinde, bir mecliste Hocaefendi bana dönerek, “Sen bir kereliğine mi yazdın, niye yazmıyorsun?” diyor. Bunları hiç üzerime almıyorum, öylesine bir iltifat gibi düşünüyorum. Yazının bana göre bir şey olmadığına inancımda bir değişiklik olmuyor. Fakat bir zaman sonra nereye gitti isem o yazı benim karşıma çıkıyor. Önce Anadolu’nun değişik şehirlerindeki sohbetlerde, toplantılarda; daha sonra Asya bozkırlarında o yazı ile karşılaşıyorum. Çocukların dilinde o yazı.
Hocafendi 1989 sonlarında bir tarih olan Şadırvan vaazlarına başlıyor. 25 Şubat 1990’daki vaazının konusu “Kime Emanet” oluyor. Hocaefendi kürsüde kendini kaybediyor. Kudretli rüzgarlar gibi önüne kattığı her bir şeyi alıp götürüyor, ağaçlar köklerinden sökülüyor, çatılar uçuyor sanki. “Mümin, emanet insanıdır.” diyor. “İnsan iman derken, aşk derken ölür o yolda. Mümin cehennemden korkan, cennete gireceğine inanan, Allah’ı göreceğine inanan insandır. Her şeyin hesabını vereceğine inanır.” Camiyi dolduranlar kendilerini yerden yere atıyorlar, yorgun mabedin kubbeleri, kemikleri çatırdıyor. Ardı arkası kesilmeyen sağanak yağmurlar gibi gönlünde gözünde ne varsa döküyor.
Geniş omuzları ve bir yanardağı andıran yüreği ile çok ağır bir hayat yükünü taşıyor hissini veriyor. Hem sert hem yumuşak hem şefkatli hem heybetli, insana yakın ama insandan uzak, kulaktan ziyade kalbe hitap eden bir ses. Karşısındakine bakınca yalnızca göz ucuyla değil bilkülliye bütün varlığı ile yöneliyor. Yüzünüze, gözünüze, göz bebeğinize ve hatta kalbinize nüfuz etmeye çalışan bir keskinlik ve yoğunluk var bakışlarında.
Gerçek ya da efsane, fark etmez, Arşimet nasıl madde âlemindeki o büyük keşfinden sonra bir deli gibi çırılçıplak koşarak insanlığın kaderini değiştirecek bir gerçeğe uyanmaya çağırmışsa; o da mânâ âleminde gördüğü hakikate, bütün benliğini hiçe sayarak gözyaşları içinde çırpınarak çağırıyor.
Yüreği Niagara Çağlayanı gibi. İnsanlığın kaderini değiştirecek bir hakikate koşmaya çağrı bu. “Gördüğümü görmekle uğraşıp ateşlere yanarak zaman kaybetmeyin. Ben yandım, hepiniz adına yandım, siz koşun!” diyor. Dinmek bilmeyen gözyaşları nasıl ateşli bir ruhtan fışkırıyor? Derin, ela gözleri neler görüyor? Ruhunda hiç dinmeyen nasıl bir ateş yanıyor da böyle bir âlemde yakasını yırtarak, göğsünü parçalayarak kendini teşhir ediyor. Bu nasıl bir masumiyet, nasıl bir adanmışlık ve nasıl bir keşif var arkasında?
Ağlıyor, ağlatıyor… Koca koca profesörler, hâkimler, öğretmenler, öğrenciler, işçiler… Hâsılı, her kesimden insan çocuklar gibi ağlıyor.
O günlerde bağımsızlığını yeni ilan etmiş Orta Asya ülkelerinde kan gövdeyi götürüyor. Özgürlük ateşi yakarak, yıkarak parlıyor. “Eziyorlar mazlumu.” diyor Hocaefendi. “Tanklar delip geçiyor evleri. O evlerdeki kadınlar, kızlar, çocuklar kime emanet? Biraz sonra kapısının kırılacağını bilen, ırz ve namusunun çiğneneceği anı bekleyen, iffet timsali kadınlarımız, kızlarımız kime emanet? Tankların paletleri altında ezilen, kıpkırmızı kanları simsiyah asfaltlara fışkıran insanlar kime emanet?
Hazreti İsa ‘Ben gidiyorum, ta Ahmet gelsin.’ diyor. Bundan on dört asır önceydi. Ahmet geldi. Kumdan bir öksüz çıkıverdi. Ama o öksüz de gurub etti. O giderken insanlığı size emanet etti, gitti. ‘Kardeşlerime selam söyleyin, onlar boyunduruğun yere düştüğü zamanda gelecekler.’ dedi. Bugün; bu dava öksüz, bu dava yetim, bu dava sahipsiz.
Kış gecelerinde bakıyorum. Kah terliyorum, kâh titriyorum, Muhammedî soluklar bekliyorum. Bir ağacın altında Peygamberimiz (sav) uyurken Gavres adında biri geliyor. Peygamberimizin (sav) dalda asılı duran kılıcını alıyor. ‘Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?’ diyor. ‘Allaah!’ diyor Allah Resulü. Bugün zalimin elinden kılıcı kim alacak? Mazlumlar, masumlar kime emanet?”
Camiyi dolduran pırıl pırıl simalara sesleniyor.
“Kalk ey yiğit uykudan
Kalk ki bağrımda nalan
Sensiz geçen günlerde
Dolaştım ben dünlerde
Hep mahzûn ve kederli,
Sen bizi terk edeli.
Emanet insanı kardelen çiçekleri gibidir.
Kardan, buzdan çıkarır başını ve ‘Biz buradayız.’ der.
Gözyaşları umman oluyor. Seccadeler sırılsıklam oluyor. Gönül ateşinde ısıtılan sımsıcak gözyaşları buhar buhar göklere yükseliyor. Hocaefendi söz salvolarına devam ediyor: ‘‘Bana denizlerden buharlaşan bulutlardan bahsetmeyin. Çok gördüm onları. Onlar sadece toprağı ıslatır. Bana insanlığın derdi ile dökülen gözyaşlarından bahsedin. Ağlayın ağlayın, gözyaşlarınızdan ummanlar oluşsun. O ummanlar buharlaşıp göklerde bulut olsun. O bulut gidip arşın altında dursun. Rabbim sorsun; ‘Ey bulut sen ne istiyorsun?’ Ben başımı öne eğeyim ‘Allah’ım! Bunlar insanlığın derdi ile ağlayanların gözyaşlarıdır.’ diyeyim.’’
Geçenlerde, polisler ince uzun boylu, saçları ağarmış, altmışındaki bir hukuk adamının ellerini kelepçelemişler, başını bastırarak koşar adımlarla polis otosuna bindiriyorlardı. Dikkatlice baktım. Benden Kime Emanet yazısı isteyen gençti.
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.