Her taraf bahar kokuyor. Güneşin son kızıl ışıkları vuruyor tepelere… Tıpkı İstanbul gibi gurbetteki bu şehirde de bahar asıl leylak, erguvan ve zambakla başlıyor. Her birinin mora çalan renge göz kırpması şehre ayrı bir güzellik veriyor. Bahar mavi-mor bir alev alıyor ve bu günlerde yeşilliklerin ortasında alevin saltanatı sürüyor.
Geçtiğimiz yollarda erguvanların, leylakların her bahar bestelenen ve rengi dışında hiçbir notası birbirine benzemeyen müziğini dinliyoruz. Erguvanların kokusu olmasa da leylaklara olan komşuluklarından dolayı en güzel kokuları içlerine çekerek derin derin nefes alıyorlar. Leylaklar, erguvanlar ile aralarındaki saltanat kavgasını sulha çevirip bahara armağan ediyor. Hüzünlü güzelliğin sahibi olan rengarenk çiçekli ağaçlar, gelinlik kızlar misali salınıp duruyor geçtiğimiz yollarda. Sanki Bebek koyunda, sanki Çamlıca eteklerindeyiz. Memleket hasreti ile erguvanlar gibi yanıyor yüreğimiz. Mor salkımlar gibi buram buram memleket kokuyor kalbimiz.
Baharın göz alıcı renkleri bizi bir gül bahçesine taşıyor. Gurbette bir grup genç oturmuş kitap okuyorlar. Bu bir avuç genci görünce sırf bu gençler için değer bu kadar memleket hasreti diyorum. İçimdeki erguvan yangınları, mor salkımlı leylakların bahar serinliğine dönüşüyor. Gurbete otağını kurmuş kültür merkezindeki pırıl pırıl gençler, “Biz ayda bir böyle bir araya gelip kitap okuyor ve kendi aramızda bir konuyu konuşuyoruz. Bu ayki konumuz kalb hayatı.” diyorlar.
Onları öyle görünce hayalim bir anda yıllar öncesine gidiyor. Hizmet Hareketi’nin ilk yeryüzü yıldızlarına. Hocaefendi’nin İzmir’deki Tahta Kulübe günleri… Hepi-topu birkaç serdeneçti... Koca şehir ya da koca bir ülke derin uykularda iken gecenin bir vaktinde Kestanepazarı Camii’nde teheccüt namazı kılıyorlar. Gecenin bağrındaki aydınlık sabaha akıyor. Kemeraltı Camii’nin müezzini Hayri Hoca geliyor. Abdullah Aymaz’a,
“Ben Hocaefendi’yi görmek istiyorum.” diyor.
“Hayırdır, seherin bu vaktinde?”
“Acil görmem lazım.”
“Hocaefendi tahta kulübesinde. Az sonra çıkar ama acelen ne? Git, ezanını oku, sabah namazını kıl, öyle gel.”
“Yok, hemen şimdi görmem lazım.”
Tahta kulübenin kapısı açılıyor ve Hocaefendi görünüyor.
“Hocam az önce uyku-uyanıklık arasında Rasulullah (sav) camimize geldi. Bana ‘Git Fethullah’a selam söyle!’ Dedi.
Hocaefendi’nin dizlerinin bağı çözülüyor, gözyaşlarına boğuluyor. Ötelerden selam geliyor. Hem de selamların en güzeli. İnsanların en güzelinden. Gönlü güzel olana. Ne zaman geliyor? Bir seher vakti, öğrencilerini teheccüde kaldırdığında. Gönül hayatına geliyor.
Şimdi düşünüyorum da bu Hizmet, bütünüyle bir gönül işi. Her iş önce gönüllerde hallediliyor. Samimi kalplere açılıyor kapılar. Samimi kalplerin sahiplerine geliyor selamlar. Bembeyaz bir zambak gibi etrafına büyüleyici kokular neşreden gönüllere. Hocaefendi, çeliğe su verir misali gönül ocağında korlaştırdıklarına yine gönül ateşinde ısıttığı gözyaşları ile su veriyor. Çelik iradeli pırıl pırıl nesiller yetişiyor… Abdullah Aymazlar, Mehmet Ali Şengüller, İsmail Büyükçelebiler, İbrahim Kocabıyıklar ve daha niceleri yeni bir dirilişin yeryüzü yıldızları oluyorlar. Yer, göklere karşı övünüyor; “Sadece sen de değil ben de de var yıldızlar” diyor. Hizmet Hareketi’nin sadık simalarından koca yürekli insan İsmail Büyükçelebi, “Biz teheccüdü, pazartesi-perşembe oruçlarını Hocaefendi İzmir’e gelince öğrendik.” diyor.
Ege camilerinin kürsüleri İbrahim Hakkı’nın, “Ey dide nedir uyku gel uyan gecelerde / Kevkeplerin et seyrini seyran gecelerde Bak heyet-i alemde bu hikmetleri seyret / Bul saniini ol ana hayran gecelerde” sözleri ile inliyor. Hocaefendi, geceleri ruhban olan, gündüzlerinde küheylan gibi koşan gönül erleri yetiştirmeyi murad ediyor; “Mektep, medrese ve tasavvuf birbirinden kopunca yıkılış başladı. Belimizi doğrultmanın yolu, kalp hayatı, dini ilimler ve fen ilimlerinin izdivacı ile olacak.” diyor.
“Gecesi olmayanın gündüzü de olmaz” diyor. “Gönül erlerinin konuşmaları harfsiz ve kelimesizdir. Onlar hep ruhlarıyla söyleşirler. Mevlâna'nın da dediği gibi birbirleri ile dilsiz-dudaksız konuşurlar. Güller gibi çehrelerine akseden kalplerinin renginden birbirlerine tebessümler yağdırır dururlar. Bütün bütün gönül rengine boyanmış bu ruhlar arasında "sen", "ben" düşüncesi tamamen eriyip gitmiş ve ortada sadece "O'na" bağlı izafî bir "biz" kalmıştır. Bu itibarla da onlar katiyen birbirleriyle çekişmez… biri birinin ışığını söndürmeye çalışmaz ve "benim mumum", "benim meşalem" demezler.
Aslında ışık ışıkla vuruşmaz, nur ziya ile zıtlaşmaz, bahar yeşil ile savaşmaz, derya damlayı kurutmaz; şavk şavka güç kazandırır, ziya nura şuleler gönderir, bahar çimenlerle sarmaş dolaş yaşar, derya damlaya ölümsüzlük yolunu açar… Her şey ama her şey, bize "biz" olma neşîdeleri mırıldanır.”
Ülkelerinden kilometrelerce uzakta, bu gurbet diyarlarında pırıl pırıl gençlerin bir araya gelmeleri gönül hayatı sohbetleri yapmaları Hocaefendi’nin hayallerinin gerçekleştiğini gösteriyor. Gösteriyor ama 1979’un Kadir Gecesi’nde, Soma Merkez Camii’nde kendilerinden geçercesine gözyaşı döken gençleri görünce; “Öyle sanıyorum ki bu iş ucundan kenarında tuttu gibi. Yıllarca ben hep bu tabloyu hayal ettim. Sizlerin yetişmesi, sizlerin bu kıvama gelmesi için neler çektiğimi, gecelerin siyah zülüflerini ıslatan gözyaşlarıma sorun, ıslak seccademe sorun, Kur’an’ıma sorun, Cevşen’ime sorun, hasır serili odamın duvarlarına sorun, bambaşka ufuklara açıldığım tahta kulübeme sorun…’’
Bir nesil gecelerin siyah memelerinden emilen tertemiz sütlerle beslenince insanlık yeni bir dirilişe duruyor. Hacı Kemal Ağabey, İsmail Büyükçelebi Hoca ile İstanbul’lu bir iş adamını ziyarete gidiyorlar. İş adamı yalısında denize karşı yan gelip dengilmiş İmam Gazali’nin Abidler Yolu kitabını okuyor. Gönlü erguvan yangını olan Hacı Kemal Ağabey kükrüyor; “Yat hacı yat! Memleket evladı imansızlık ateşinde cayır cayır yanarken sen burada yan gelip Abidler Yolu’nu okuyorsun.” “Çağırdın da gelmedik mi, istedin de vermedik mi?” diyor iş adamı. Oradan ayrılınca İsmail Hoca, Hacı Kemal Ağabey’e “Adama çok sert davrandın. Bizi kovacak diye korktum.” diyor. “Oğlum, o bizi kovamaz. Ben on beş günden beri geceleri teheccüdümde o adama dua ediyorum.”
Yüreğini yüce sevdalara kaptırmış bu gönül sultanları, insan kazanmanın yolunun gündüzlerden değil gecelerden geçtiğini öğrettiler bize. Her şeyi gönlü ile halletmeye çalışanlara da kalb dayanmıyor olmalı ki, Abidler Yolu’nu okuyan o iş adamı ilerlemiş yaşına rağmen hala bir küheylan gibi koşsa da Hacı Kemal Ağabey aramızdan ayrılalı çeyrek asır oldu.
Gurbette kitap okuyan gençler sorular soruyorlar. Sorular onların, özlemlerini, hasretlerini, sevdalarını, hayallerini daha da önemlisi kıvamlarını ele veriyor. O an değişik duygular içine giiryorum... Memleketimizi çok özlüyoruz. Dağlar arasındaki köyümüzün yollarını, çeşmelerini, pınarlarını çok özlüyoruz. Boğaz’ın erguvan mevsimini özlüyoruz ama bu gençler için değer, diyorum. Gurbetteki gençleri yine baş başa bırakıp dışarı çıktığımızda tatlı bir bahar ezgisiyle oluşan büyülü hava, insanın başını döndürüyordu.
Diplerde koyulaşan gölgeler yamaçlara doğru tırmanıyordu. Kızıl bir şala bürünüyordu şehir. Mor salkımlara özenen ufuklar renklerin şölen yeri gibiydi. Geçtiğimiz yollarda erguvanların, leylakların, zambakların her bahar bestelenen bestesi duyuluyordu. O güzelim renkleri ile gözümüzü okşadıkları gibi bayıltan kokuları ile gönlümüzü de okşuyorlardı. Hüzünlü güzelliğin sahibi leylaklar gelinlik kızlar misali salınıp duruyordu geçtiğimiz yollarda. Sanki Bebek koyunda, sanki Çamlıca eteklerindeyiz. Neylersin, yiğitlerin hayatlarını arzuları değil vazifeleri çizermiş.
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.