Emanet Palto

Harun Tokak

Harun Tokak

20 Ağu 2023 11:59


  • Sıcak bir yaz günü odamda çalışırken telefonum çalıyor. Büyük imtihanları başarı ile vermiş olan değerli kardeşim Hasan Hüseyin Aygün Bey arıyor.
    “Hatıralarımı kaleme aldığım kitabımı gönderdim, bakabilir misiniz?” diyor.
    “Memnuniyetle.” diyorum.
    Kitabın tıpkı Anadolu türküleri gibi hepsi birbirinden güzel, hepsi birbirinden hüzünlü hatıralarla dolu olduğunu görüyorum.
    O kitabın geçtiğimiz günlerde Emanet Palto adıyla Süreyya Yayınları arasında çıktığını görünce, isim babası olduğumdan mıdır yoksa çıkmadan önce okuduğumdan mıdır içime dalga dalga bir sevinç doluyor.
    Hasan Hüseyin Bey’in bütün hayali inşaat mühendisi olmakmış ama olmamış.
    Üniversitede Risale-i Nur’larla tanışması düşünce dünyasında ciddi değişikliğe sebep olmuş. 
    Öğretmen olmaya karar vermiş. Öğretmen olmak istemesine biraz da dönemin muktedirlerinin başörtüsü yasağı sebep olmuş.
    Üniversitede hocaların başörtülü kızlara, “Başını aç veya dışarı çık.” demesi, onların da ağlayarak sınıftan çıkmaları ona çok dokunmuş ama elinden bir şey gelmemiş.
    O günün muktedirleri başörtülü öğrencileri üniversiteye almıyordu. Bugünse başörtü yasağı üzerinden iktidar olanlar başörtülü bacıları hapishanelere dolduruyor.
    Hasan Hüseyin Bey üniversitede okurken başka kalacak yer bulamadığı için son tercih olarak bir Hizmet evinde kalmaya başlıyor. Sonraki yıl orta-lise öğrencilerinin kaldığı Hizmet’in bir yurdunda belletmen olsa da ‘‘Acaba doğru bir yerde miyim?’’ düşüncesi sık sık onu yokluyor.
    Risale-i Nur’larla tanışmasına vesile olan cemaate dönme düşünceleri içinde uyuduğu bir gece Peygamberimiz (s.a.s.) ve Hocaefendi yurdu teftişe geliyor.
    Aylardır ruhunda esen fırtınalar diniyor.

    Üniversiteyi bitirince benim de mamelektim olan Uşak’ta Hizmet Hareketi’ne ait bir dershanede matematik öğretmeni olarak göreve başlıyor. Sonraki yıl öğrenciler dershaneye akın ediyor.
    O günlerde yurt dışından acı bir haber geliyor. Yasin Çalkım adında bir öğretmen, Ural Nehri’ne düşen bir öğrencisini kurtarmak isterken suda boğuluyor. Bu olay onun ruhumdaki hicret ateşini harlandırıyor.

    Ve bir yaz günü İstanbul’dan Kazakistan’a giden uçak eşi Fadime Hanım, altı aylık oğlu Enes ve onu da alarak havalanıyor.
    Almatı’da onları daha önce oraya giden öğrencisi Abdullah karşılıyor.

    Bozkırda yaz mevsimidir. Onları misafir eden Aydın Bey bir gün “Müjde, tayin yeriniz belli oldu. Atırav şehrine müdür olarak gideceksiniz.” diyor.
    Müdür olmak istemiyor. Yetkililer,“Biz seni müdür olarak istedik. Olmak istemiyorsan geri dönebilirsin.” diyor. Geri dönmek olmaz.
    Eşine “Müjde, Antalya gibi bir yere gidiyoruz.” diyor.
    Sıcak bir yaz günü Almatı’dan kalkan uçak onları yeni görev yerlerine taşıyor. Uçak, üç saat sonra atların ve develerin otladığı bir bozkırın ortasına iniyor. Anadolu köy yolları gibi toprak ve bozuk yollardan geçerek arkadaşlarının onlar için kiraladıkları eve varıyorlar.
    Pis bir koku karşılıyor onları. Kanalizasyon arızalıdır. Lağım suları her tarafa yayılmıştır.
    Gurbetteki yeni evlerinde iki adet tek kişilik tahta kanepe ve bir iki tabak tencereden başka bir şey yoktur. 
    Kanepenin üzerindeki seyyar minderler çok incedir. Geceyi o ince minderlerin üstünde geçiriyorlar. Sabah kalktıklarında her yerleri ağrımaktadır.
    Hasan Hüseyin Bey’in ilk işi okulu görmek oluyor. Yeni müdürü okulun girişinde öğretmenler karşılıyor. Onları şöyle bir süzüyor, hepsinin üst-başı perişandır.
    Okul bahçesindeki bir çeşmenin üzerinde, “Şehit Yasin Çalkım Çeşmesi” kitabesini görünce ruhuna hicret ateşi yakan Yasin’in o okulda çalışırken şehit olduğunu öğreniyor. O an bir duygu boşalması yaşıyor. Çeşmenin suları ile yarışıyor gözleri.

    Okulda on bir Türk öğretmen, on üç Türk belletmen vardır. Belletmenler gündüz üniversitede okuyor, akşamları öğrencilere, ders çalıştırıyorlar, rehberlik yapıyorlar. 
    Onlar yer altı nehirleri gibi dünyanın her yerindeki Türk okullarının sessiz ve derin kahramanlarıdır.

    O günlerde Kazakistan’da yirmi dört Kazak Türk Lisesi vardır. Yaklaşık 250 Türk öğretmen görev yapmaktadır. Lakin bu öğretmenlerden ve müdürlerden hiç birisinin arabası yoktur. 
    Arabaları olmadığı gibi hiçbirinin evinde doğru dürüst eşya da yoktur. Hasan Hüseyin Bey’in evi de onlarınkinden farksızdır. Tabuta benzeyen iki tahta kanepe, birkaç kap kaçak hepsi o kadar. Yatak odası falan çok lüks şeylerdir. 

    O sene bozkıra kış erken geliyor. Türkiye’den getirdikleri kışlık elbiseler bozkır soğuğundan onları koruyamıyor. Maaşlar ödenmediği için okul müdürü Hasan Hüseyin Bey dahil hiç kimse üzerine doğru dürüst kışlık bir şey alamıyor.
    Buzullarda tipiye tutulmuş penguenler gibi üşüyorlar. Lakin işlerini aşkla yapıyorlar.
    Bir akşam canlı canlı dinlemek için Uşaklı birkaç arkadaşımızla bozkırın soğuklarında üşüyen bu kahraman insanın hatıralarına misafir oluyoruz.

    “Atırav’da iki yıl geçmesine rağmen evimize henüz yatak yorgan alamamıştık.” diye başlıyor anlatmaya. 
    “O günlerde Türkiye’den ‘ekmek fabrikası’ malzemelerini getiren birisi, benim bir kısım eşyalarımı ve yatağımı da getirdi. Böylece kanepe üzerinde yatmaktan kurtulduk.
    Eşyalarım geldiğinde bozkırda -40 derece soğuk vardı. Türkiye’den gelen eşyalarımın arasında nar, elma, portakal gibi meyveler de gelmişti. 
    Hiçbiri çürümemiş ve soğuktan bozulmamıştı. Bu meyveleri görünce eşimle çok sevinmiştik. İki yıldır meyve yiyememiştik. Aslında pazarda meyve vardı ama bizim meyve alacak paramız hiç olmamıştı.
    Arkadaşlara da bu meyvelerden verelim diye düşündük. Lakin kişi başına yarım meyve bile düşmüyordu. Hâlâ kardeşlerimle o meyveleri paylaşmamanın acısını vicdanımda yaşıyor, kendimi onlara ihanet etmiş gibi hissediyorum. Umarım haklarını helal ederler. 
    Bahar ayları gelip karlar eriyince yollar çamur deryasına döndü. Kazaklar işyerlerine giderken çizme giyiyordu. 
    Çamurlar bazı yerlerde 30 cm’yi geçiyordu. Her iş yerinin önünde çizmeleri temizlemek için yapılmış su kovaları ve uzun saplı fırçalar vardı. Herkes çizmelerini temizleyerek poşete koyuyor, poşetten yedek ayakkabıyı çıkarıp giyerek, iş yerine giriyordu. İş çıkışı tekrar ayakkabılarını çıkarıp çizmelerini giyiyorlardı. Valilik dahil herkes bunu yapıyordu. Yollardan yürürken su birikintilerini çizmeler olmadan geçmek çok zor oluyordu.
    Botlarımın altı yırtılmıştı. Çizme alacak param da yoktu. O dönemde bekâr, evli, müdür herkesin maaşı aylık 300 dolardı. Okula gelinceye kadar botlarımın içine çamur doluyordu. Botlarımı değiştirirken çoraplarımı da değiştirmek zorunda kalıyordum. 
    Halimi kimse görmesin diye, müdür olarak geç gelenleri kontrol ediyor gibi dış kapıda bekliyordum. Herkes girince kimse görmeden botlarımı ve çoraplarımı değiştiriyordum. Ayaklarım ıslak olduğu için çok üşüyordum. Bazen Kazak müdür yardımcısı Cumakızı dışarı geliyor, ‘Üşüdün, hasta olacaksın, soğukta bekleme.’diyordu. 
    Çoğu kez çoraplarımı gizlice yıkayıp ıslak giymek zorunda kalıyordum. Eve gittiğim zaman da eşime göstermemeye çalışıyordum. O günler bizim için çok sıkıntılıydı. Ben okul müdürüydüm ama öğretmenlerin durumu da benden farklı değildi.
    Biz yetişkinler kaderimize razı idik. Ancak henüz hiçbir şeyin farkında olmayan küçücük çocuklar ve hanımlar bizden fazla onlar sıkıntı çekiyordu. 
    Öğretmenlerimizden Hasan Bey bir gün odama geldi. Utana sıkıla biraz para istedi. Bende çok az para vardı. Ona 500 tenge (yedi dolar) verdim.
    ‘Hocam, evde hiçbir şey yok. Un, şeker, çay…Para varsa biraz daha verseniz.’ dedi.
    İçimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. 
    Ben de çaresizdim. 
    ‘Bu para ile bir hafta idare etmeye çalışsan iyi olur.’ dedim.
    Bir şey söylemedi, mahcup bir şekilde çıktı gitti. Birkaç gün sonra Hasan Bey yeniden odama geldi. Çok üzgündü.
    ‘Çocuğum çok hasta. Derse mi gireyim, hastaneye mi götüreyim?’ dedi.
    ‘Sen dersine git. Ben ilgilenirim.’ dedim. 
    Okulun Kazak doktoru Magiya Hanım’ı çağırdım. Ona durumu izah edip ‘Okulun minibüsünü al. Hasan Bey’in çocuğunu hastaneye götür.’ dedim.
    Bir buçuk saat sonra doktoru okulun koridorunda kalorifere sarılmış ısınmaya çalışırken gördüm.
    ‘Nasıl oldu çocuğun durumu?’ dedim.
    ‘Henüz hastaneye gidemedik.’ dedi.
    ‘Neden?’
    ‘Dışarıda -30 derece soğuk var. Hasan Bey’in evine gittim. Eşinin paltosu yokmuş. Onu paltosuz hastaneye götürsem o da hasta olur. Evime gidip yedek paltomu getirdim. Otobüsün kaloriferi otobüsü ısıtamıyor. Çok üşüdüm. Okulda biraz ısınıp sonra gideceğim.’ 
    Bu olay bana o kadar dokundu ki anlatamam. 
    Okulda çalışan Kazaklar bunu kendi aralarında konuşacaklardı. Biz onların gözünde örnek alınacak, imrenilecek insanlar değil, acınacak insanlar pozisyonuna düşecektik.
    Hastane dönüşü okul doktorundan çocuğun hastalığının anne sütünün yetersiz olmasından kaynaklandığını öğrendim.
    Çocuk aç uyumadığı için, annesi unu süt gibi kaynatıp çocuğa içirmiş. Un çocuğu hasta etmiş. 
    Beslenemediği için tırnakları, saçları dökülen çocuklarımız vardı. Hatta bazı arkadaşlar Kazakistan’a götürürsem bilet parası bulup gönderemem korkusu ile ailesini Türkiye’de bırakıyordu. 
    İlk önden giden atlıların hikayesi hakikaten bir destandı.
    Bir defasında okulun minibüsüyle hanımları derse götürüyordum. Hatice Hanım’ın evine vardığımızda eşime, ‘Sen yukarı çık, çocuğu alıver, yardımcı ol.’ dedim. 
    Biraz sonra eşim kucağında çocukla geldi. Soğuktan çocuğun dişleri birbirine vuruyordu. Hatice Hanım’ın ayakkabısı yazlıktı ve yırtıktı. Hıçkırıklarıma hâkim olabilmek için üzerindeki kıyafete bakmak istemedim. 
    Bir gün öğretmen Ali Bey odama geldi. Ayşe Hanım’la yeni evlenmişlerdi.
    ‘Ayşe Hanım’ın giyecek paltosu yok.’ dedi. ‘Sohbete her gidişinde üşütüp hastalanıyor. Bir palto almak istiyoruz. Paramız yoksa havalar ısınıncaya kadar bayanlar sohbet yapmasalar.’ dedi.
    ‘Ali Bey!’ dedim, ‘Soğuktan dolayı sohbetlere ara vermek doğru değil. Tüm param 20 dolar. Bununla bir palto alabilirsen al. Alamazsan parayı getir.’ dedim.
    Ali Bey sonraki gün geldi. ‘Hocam 14 dolara palto aldım. Bu da paranın üzeri.’ dedi. 
    Ayşe Hanım’ın bir platosu olduğu hanımlar arasında duyuldu. Hanımlardan biri hastaneye veya başka bir yere gidecek olursa önceden Ayşe Hanım’ı arıyordu. Ali Bey de paltoyu okula getiriyordu. Dışarıya çıkacak bacının beyine teslim ediyordu. O da evine götürüyordu. Eşim dahil dört kadının tek paltosu oydu. 
    Bazan ‘Palto kimde?’ diye arıyorduk.
    Adı ‘Ayşe Hanım’ının paltosu’ olsa da o Kazak bozkırlarının soğuklarında koşturan kahraman kadınların ortak paltosuydu.
    Adını kadınlar koymuştu: 
    Emanet Palto’’

    20 Ağu 2023 11:59
    YAZARIN SON YAZILARI