Boş Koltuk

Harun Tokak

Harun Tokak

16 Mar 2025 11:47

  • Boş Koltuk

    Ramazan’ın ilk günlerinde Kemal Gülen Beyin İftar Zamanı programına katıldım.
    Ekran açılır açılmaz kendimi Kestane Kampı’nın içinde buldum.
    Sanki düşte sanki hülyalı bir düşüncedeydim.
    Dalgalı bir denize bakan gül bahçesindeydim.
    Bütün ağaçlar, çiçekler, koltuklar, kanepeler, ışıklarla derinleştirilmiş tablolar hep birlikte ayrılık senfonisini çalıyordu.
    “Bizim iller sensiz, bizim iller sessiz..”
    Kamp en tatlı rüyasındaydı
    Gözüme ilişen her bir eşya, her bir nesne bana derin bir hüzün veriyordu. Yüreğim bir yanardağ gibiydi. Ateşe düşmüş bir yaprak gibi kavruluyordum.
    Bu kutlu mekânın her köşesi Hocaefendi’yi hatırlatan hatıralarla parlıyordu.
    Duvarlarda, ışıklarla derinleştirilmiş tablolar; usta bir elden çıkmış motiflerle bezeli aydınlık kubbeler, kubbelerden üzerine nurların yağdığı krem rengi boydan boya serili halılar; halıyı tamamlayan kiremit rengi kanepeler…
    Her bir şey bir annenin kollarından koparılmış çocuğun sessiz çığlığı gibiydi
    Hocafendi kampın bahçesinde güller laleler arasında, serin servilerin altında yatıyordu. Ruhaniyeti, geceye sızan ay ışığı gibi kuşatıyordu her yanı.

    O an bir kardeşimizin gördüğü rüyayı hatırladım:
    “Rüyamda siz tıraş olmuş bir halde Hocaefendi’nin kabri başında dua ediyordunuz. Ben de gelmiş ve ‘dua ediyor’ diye seviniyordum.”
    Bunca birikimin bunca ilmin bunca hatıranın sahibi bu daracık toprak parçasına nasıl sığmıştı. Hayalleri ufuklara, kendisi kürsülere sığmayan insan ufacık kabre nasıl sığmıştı.
     Kendimi hayretten alamıyordum.

    Artık Hocamızı rüyalarda ziyaret ediyorduk.
    Peygamberimiz (s.a.v) Muaz İbni Cebel’i Yemen’e gönderirken Medine’nin dışına kadar onu uğurluyor.
    Veda vakti gelince, “Ey Muâz!” diyor Peygamberimiz, (s.a.v); “Herhâlde bu seneden sonra benimle bir daha görüşemezsin! Umulur ki şu mescidime ve kabrime uğrarsın!”
    Bu sözler, Hazreti Muaz’ı boş bir çuval gibi yere yıkıyor ve hıçkıra hıçkara ağlamaya başlıyor.
    “Yüksek sesle ağlama ey Muaz!” diyor Peygamberimiz (s.a.v):
    “Zîrâ feryat ederek ağlamak şeytandandır.”
    Sonra da aydınlık bir gecedeki mehtaptan daha aydınlık yüzünü Medine’ye doğru dönerek dudaklarından şu sözler dökülüyor:
    “İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olurlarsa olsunlar, Allah’a karşı takvâ sâhibi olan müttakîlerdir.”
    Hazreti Ömer, mescide uğradığı bir gün Muaz İbni Cebel’i Peygamberimizin kabri başında oturmuş ağlarken görüyor.
    Görüntülü telefonlarla görüşsek de, her gidenle selam göndersek de Hocaefendi’yle yüz yüze görüşmeyeli yıllar olmuştu.
     En son ayrılırken neler yaşandı, neler oldu, hiç hatırlamıyorum bile.
    Unutulmaya yüz tutmuş rüyalar gibi…
    Zira onun son görüşme olduğunu nereden bilebilirdim ki?
     Yalnız bir keresini çok iyi hatırlıyorum.
    Karlı bir kış günüydü.
     Birkaç arkadaşımızla kamptan ayrılıyorduk.
     Bizi uğurlamak için aşağıya kadar indi.
    Arabaların yanına kadar geldi.
     Bir arkadaşımız, ‘Ayrılıyoruz ama yüreğimiz yangın yeri’ gibi dedi.
     ‘Siz gidiyorsunuz ama onu bir de bana sorun’ dedi Hocaefendi.
    İftar programının daha başında Kemal Beye, “Öncelikle bulunduğum ülkeden, Avrupa’dan, Anadolu’dan, Asya’dan, zindanlardaki Yusuflardan, gaybubet ve gurbet diyarlarından; güller ve laleler arasında yatan zata selamlarımızı gönderiyoruz” dedim.
    Kemal Bey, “Programdan sonra bizzat kabre gidip selamınızı söyleyeceğim” dedi.
     Berhudar olsun.
    Abdullah İbni Revaha, bir daha dönmeyeceğini çok iyi bildiği Mu’te Savaşı’na giderken;
    “Geride kalan hurmalıkta kendisine veda ettiğim zâta, en hayırlı uğurlayıcıya en hayırlı dosta selam olsun'!” diyor.
    Biz de Ahir zamanda yolların karmakarışık olduğu bir zamanda yol göstericimize, kutup yıldızımıza selam olsun diyoruz.  
    Yezid bin Said, Medine’ye doğru yola çıkmadan önce devrin halifesi Ömer b. Abdülaziz’e uğruyor.
    “Ben Medine’ye gidiyorum” diyor.
    Ömer İbni Abdülaziz, “Medine’ye vardığında Efendimiz’in kabrini göreceksin. Benden selam söyle” diyor.

    Bu sene iftar programının kamptan yayınlanması, bütün dünyada yeniden bir coşkuya vesile oldu.
    İlk iftar programında konuk olarak Dr. Reşit Haylamaz Hoca’nın ve on yıldır Hocaefendi’nin en yakın hizmetinde bulunan Muhammed Yeşilyurt Hoca’nın konuk olması da tam isabetti.
    Siyer felsefesinin en iyi yorumcularından biri olan Reşit Hocamızın gizlemeye muktedir olmadığı hüznü, programın başından sonuna kadar yüzünden hiç eksik olmadı.
    Gözlerindeki keder, kurumuş bir pınarın toprağa işlemiş hüznü gibiydi.
    Her cümlesi, kaybolmuş bir cennetin kapısını aralayan anahtar gibi sarsıyordu bizi.

    Konuşmasının başında, “Hocaefendi kampla o kadar bütünleşmişti ki hemen çıkıp geliverecek gibi.” Diye söze başladı.
    Gözleri buğulandı.
    “Hani Medineliler, yıllar sonra Bilal’in sesini duyunca” dedi, “Nasıl yataklarından fırlayan, yorganı atan, kapıyı çarpan o sese koşmuştu.
     “Olur mu olur, Resulullah dirildi ki, gül devrinin bülbülü yine şakıyor. Öyle bir hal var içimde...”

     Kemal Bey sanki sahne arkasında yeteri kadar ağlayarak çıkmıştı programa. Aydınlık gözleri güneş vurmuş iki pınar gibiydi.
     Dumansız bir ateş gibi yandı durdu. 



     Muhammed Hoca’nın harem dairesinden anlattıkları hepimizi bambaşka dünyalara alıp götürdü.
    Vakar ve ciddiyetiyle tezyin ettiği duruşu, oturuşu, edebi ve samimiyeti de en az anlattıkları kadar etkileyiciydi.
     Edebinden, yer yer elini koyacak yer bulamadığı anlar oldu.
    Programın başından sonuna kadar içindeki güneşi yansıtan aydınlık yüzünden hüzün hiç eksik olmadı. Yer yer hıçkırıkları boğazına düğümlendi.
    “Hocaefendi’siz bir Ramazan demek doğru değil” dedi.
     “O bedeniyle olmasa da hatıralarıyla, ruhaniyetiyle hep aramızda.
    Nasıl o hayatta iken burası Hizmet insanları için hep nefes, bir soluk olmuşsa, ondan sonraki ilk Ramazan programının burada olması da dünyanın değişik yerlerindeki arkadaşlarımız için bir nefes, bir soluk olacağına inanıyorum.
    Bir anı cihana değer günler yaşadık burada.
    Kampın ta dış kapısından içeri girdiğiniz zaman Hocaefendi’yi hiç görmeseniz de onun nasıl bir halet-i ruhiye içinde olduğunu hissederdiniz. O hüzünlü ise kampın da tıpkı hisli bir insan gibi derin hüzün içinde olduğunu fark ederdiniz.
     Hocaefendi sevinçli ise kamptaki canlı cansız bütün varlıklarda o sevinci hissederdiniz.
     Hocaefendi oruçlu ise sanki kamp ta oruç tutardı. Bütün odalarda sükûtun çığlıkları duyulurdu.
     Ramazanda dünya ile alâkası neredeyse bütünüyle kesilirdi. Hemen her gün uğradığı basın odasına hiç uğramazdı.  Dünyada olup bitenleri merak etmezdi. Bütünüyle uhrevileşirdi.

     Sanki yıllardır beklediği biri çıkıp gelmişçesine bir çocuk gibi heyecanlanırdı.

     Oruç tutmayan bir insan onu görünce, ‘Ya ben de oruç tutayım’ derdi. Ramazan’ın son on beşinden sonra hicran başlardı.
    Gözleri taşkın pınarlar gibi olurdu.
     Eba Eyyûb El Ensari Hazretleri’nin ‘Beni götürebildiğiniz kadar götürün, ben fetih ordularının seslerini duymak istiyorum’ dediği gibi, onun da kampın bahçesine gömülmesinden murad bu sesleri duyma arzusundandı. Görev yaptığı yıllarda Kestanepazarı Camii’nin avlusundaki  Tahta Kulübe’nin yanına gömülmeyi de çok arzu etmişti ama, Kestanepazarı yerine Kestane Kampı oldu.

    Dün akşam teravihi Cevdet Ağabey, hatimle ağlayarak kıldırdı.

    Burada okunan mukabeleleri, Ramazan programlarını, kılınan teravihleri, dersleri duymaması mümkün değil.”

    Reha Yeprem ve Metin Haboğlu’nun, “Sen Ağlama Gül Sen Dostum” düeti, hazin bir ayrılık senfonisi gibi Kestane Kampı’ndan bütün dünyaya dağılırken; dünyanın her yerindeki Ramazan coşkusu da Kestane Kampı’nı kuşatıyordu.


    Sanki kamp en tatlı rüyasındaydı.
    Bu kutlu mekânın her köşesi Hocaefendi’yi hatırlatan hatıralarla parlıyordu.
    Duvarlarda, ışıklarla derinleştirilmiş tablolar; usta bir elden çıkmış motiflerle bezeli büyük aydınlık  kubbe ve ayın etrafını kuşatan yıldızlar gibi o büyük kubbenin etrafını çevreleyen minyatür kubbeler…
     Kubbelerden üzerine nurların yağdığı krem rengi boydan boya serili halılar; halıyı tamamlayan kiremit rengi kanepeler…
    Gözüme ilişen her bir eşya, her bir nesne bana derin bir hüzün veriyordu.
    Yüreğim bir yanardağ gibiydi.
    Ateşe düşmüş bir yaprak gibi kavruluyordum.
    Ve en hazini de acı hakikati tek başına haykıran krem rengi koltuktu…
    Boş koltuk…
    İçinde duaların yankılandığı ama ellerin boş kaldığı ıssız bir mabedin sessiz mihrabı gibi duruyordu.
     Sanki gecenin ortasında sönmeyen bir kandil gibiydi.
    Işığı uzaklardan geliyor, yokluğu bile varlığın şahidi oluyordu.
    Sahibi hemen gelip oturuverecek gibi öylece bekliyordu boş koltuk.

     






    16 Mar 2025 11:47
    YAZARIN SON YAZILARI
    YAZARLAR