İyi bir senarist ve yönetmen olan Jessica Beshir son filminde “Zordur Gitmek” diyor.
İşsizliğin, fakirliğin ve kaçınılmaz kaderin pençesinde yaşayan insanlar daha yaşanabilir bir hayat için doğdukları toprakları terk etmek zorunda kalıyorlar.
Bu anlaşılabilir bir durum.
Ama bir de adanmışlık ruhu ile destansı gitmeler var.
Ömrünün baharındaki bu yiğitler bir Leyla gibi sevdikleri ülkelerini bırakıp neden gittiler?
Geride neleri bıraktılar?
Hayalleri, aşkları, sevdaları yok muydu bunların?
Bu nasıl bir sevda ateşiydi, nasıl tutuşmuştu?
Hangi bengisu pınarlarından içtikleri ölümsüzlük iksiriyle sarhoş olmuşlardı?
Neden doğup büyüdükleri toprakları, bakıma muhtaç yaşlı anne ve babalarını yaşlı gözlerle bırakıp gittiler?
Binlerce simurg kuşu gibi, dönüşü olmayan kızıl ufuklardaki çelik duvarları delerek sonsuz ufuklara kanat çırptılar.
Bu insanlığa karşı bir vefanın, bir adanmışlığın dışavurumuydu. Anadolu insanın içindeki devin uyanışıydı.
O gitmelerden hiç unutmadığım biri de hiç şüphesiz Talib Beydi.
Türkiye’nin en itibarlı okullarından biri olan Fatih Kolejleri’nin genel müdürü iken Kuzey Irak gibi o günlerde oldukça güvensiz bir coğrafyaya gitmek hiç de kolay değildi.
Boğazın büyülü güzelliğini bırakıp elektrikleri yanmayan, suları akmayan, silah sesleri hiç susmayan bir yere talib olmak ancak büyük ruhlu insanların işiydi.
Bu yüce ruhlu insan Kuzey Irak’ta, kısa sürede, etrafında haklı bir saygınlık oluşturdu. İdareciler, kanaat önderleri, halk onu çok sevdi. Okullar arka arkaya açıldı. On binlerce öğrenci o okullarda eğitim görmeye başladı. Savaşın bölgeyi kuşattığı günlerde hiçbir öğretmen oradan ayrılmadı. Bölge insanı bu vefayı hiç ama hiç unutmadı.
Geçenlerde, bir dost meclisinde, bu yüce ruhlu insan bölgeden birkaç kanaat önderinin bu süreçte Hocaefendi’yi ziyaretini aktardı.
“Kamptaki hayat adeta onları büyüledi.” dedi.
“Bunların hepsi bölgede çok sevilen alim insanlardı.
Bir gün dua saatinde herkes dua ediyor, onlar da çekyatta oturuyorlardı. Hocaefendi salona girdi. Sessizce duaya dahil oldu.
Bu durum misafirlerin gözünden kaçmadı. “Allah Allah, bu nasıl bir tevazu!” dediler.
“Kimse ayağa kalkmadı.”
Bir gün de sabah dersine katıldılar.
Ayın etrafındaki yıldızlar gibi talebelerin sessizce ders dinlemeleri onları mest etti.
“Üzerlerinde bir kuş var da hareket etseler uçuverecekmiş gibiydiler. Biz böyle bir ders halkası görmedik.” dediler.
“Çok kitap okuduk. Hocaefendi’nin kitaplarını da okuduk. Ama buradaki yaşantıyı görünce dünyamız değişti. Biz dünyada çok lider gördük ama ilk defa böylesine şahit oluyoruz.”
Hepsinin üzerinde bölgesel kıyafetler vardı. Hocaefendi onları büyük bir saygı ile karşıladı.
Onları oturmaları için kendi koltuğuna davet etti. Onlar bu zarafet karşısında adeta ezildiler.
“Estağfurullah, biz oraya oturamayız.” dediler.
“Biz misafirlerimizi buraya oturtuyoruz.” dedi Hocaefendi.
Hiçbiri, o tekli koltuğa oturmadı.
Onlar oturmayınca Hocaefendi de oturmadı. Bir kanepeye geçip onların karşısına oturdu.
“Hocam, biz seni çok seviyoruz” dediler. “Bizim gönlümüzde sizin yeriniz çok başkadır. Tıpkı Peygamberimizin (s.a.v) gönlünde Hazreti Ebu Bekir nasılsa, aynen öyledir.”
Onların bu sözleri karşısında Hocaefendi çok duygulandı. Başını önüne eğdi. Öyle iki büklüm oldu.
Büyük bir alim olan Doktor Orhan “Hocam müsaade ederseniz anlatayım bunun sebebini.” dedi.
“Irak’taki ırkçı Baas Partisi 1968 yılında iktidara geldikten sonra Kürtlere yönelik asimilasyon politikalarına başladı ve 1979 yılında Saddam Hüseyin’in devlet başkanı olmasından sonra zulüm daha şiddetli bir şekilde devam etti.
O dönemde, Kürtlerin yoğun bir şekilde yaşadığı köyler boşaltılarak belli yerlerde kontrol altına alınması ve bunun yanında özellikle Irak’ın orta ve güney bölgelerine gönderilerek Araplaştırılması amaçlanmaktaydı.
Bu şekilde, Irak Kürdistan Bölgesi’ndeki kırsal alan tamamen insansızlaştırılıp, hem halkın Peşmergelere destek vermesi engellenmiş olacak hem de Kürtler asimile edilmiş olacaktı.
Özellikle Ortadoğu’daki despot liderlerin ortak bir özelliği de İslamin temel ilkelerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak insanları birbirine karşı “öteki”leştirmektir. Saddam da İslam’ın kutsal değerlerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktan geri kalmadı; önceden özenle planlanmış Halepçe Katliamı için Kur’an-ı Kerim’deki Ganimet anlamına gelen Enfal Suresine atıfta bulunarak Kürtlerin canlarının, mallarının, çocuklarının ve kadınlarının “helal” olduğu mesajını verdi.
Ortadoğu bölgesindeki yozlaşmanın ve despotluk özentisi liderlerin bu kadar bol olmasını ve yine bu despotluk özentisi liderlerin insanları, özellikle İslam’ın kutsal değerlerini kullanarak, birbirine düşman etmesinin nedenlerini sorgulamadan yapılacak her değerlendirme ileride yaşanması muhtemel başka bir katliamın veya vahşetin habercisi olacaktır.
Kur’an-ı Kerim ile propaganda yapan liderlerden yerle gök arası kadar uzak durmak lazım.
Saddam Hüseyin liderliğindeki Baas rejiminin Güney Kürdistan’da Kürt halkına karşı 1986-1989 yılları arasında sistematik olarak sürdürdüğü Enfal Soykırımı’nın en acı ve en son etabı bildiğiniz gibi “Halepçe Katliamı” dır.
Halepçe unutulmayan acının adıdır
Bu olay yaşandığında ben daha altı yedi yaşlarında küçük bir çocuktum.
Irak hava kuvvetleri, kente atılacak olan kimyasal silahın etkili olabilmesi için önce bölgeyi konvansiyonel silahlarla bombalayarak camların kırılmasını sağladı. Bununla ikinci harekâtın önü açılmış oldu. Sonra da kimyasal bombalar devreye girdi
16 Mart 1988 günü zalim Saddam’ın savaş uçakları Halepçe'yi bombalamaya başladı. Önce ortalığa keskin bir elma kokusu yayıldı. Çocuklar kokuya doğru koştu. Son sözleri ‘Daye behna seva te’ yani 'Anne, elma kokusu geliyor.' oldu. Sonra da birer birer öldüler.
Kaçabilenler kaçtılar. Kimi dağa doğru, kimi ovaya. Bomba yüklü rüzgarlar kaçanları kovalamaya başladı. Rüzgâr ovaya yöneldi. Dağa doğru kaçanlar kurtuldu. Benim ailem o gün dağa kaçanların arasındaydı. O gün ova, biçilmiş gök ekin tarlasına döndü.
Zalim Saddam Hüseyin yönetimi tarafından gerçekleştirilen ve iki gün süren zehirli gaz bombardımanı sonrası çoğunluğunu çocuk ve kadınların oluşturduğu en az beş bin kişi zehirlenerek ya da yanarak öldü. Camlar kırıldığı için içeri kaçanlar da zehirli gazlardan kurtulamadı. Bombardımanda kullanılan hardal, sarin ve VX gibi gazların kokusunu genizlerinde hisseden Halepçe’deki canlılar birer birer toprağa düştü.
Doğanın da büyük ölçüde zarar gördüğü bu saldırıda çevre kirliliği yanında su kaynakları zehirlendi. Kimyasal gazların etkisiyle on binlerce evcil hayvanın yanı sıra bütün canlılar telef oldu.
Bombalardan birinin düştüğü bir odada yemek yeniyormuş.
Herkes ölmüştü; ama herşeyin bir-iki saniye içinde gerçekleştiği belliydi.
Yaşlı bir adam ekmeğini ısırırken ölmüştü. Bir başkasının ise gülümsemesi sanki bir fıkranın ortasında asılı kalmıştı.
Vücudu neredeyse bir çember gibi kıvrılmış, başı ayaklarına değen bir kadın görmüştüm. Giysileri kan ve kusmukla kaplı, yüzü dayanılmaz bir acıyla buruşmuştu.
Sokak ortalarında, evlerinde, iş yerlerinde birbirine sarılarak ölen yüzlerce ailenin görüntüleri insanlık dışı vahşeti ortaya koyuyordu. Anneler, korumaya çalıştıkları bebeklerine sarılarak ölmüştü.
Tarihin kara sayfalarından unutulmaz bir acı sayfadır Halepçe soykırımı…
Halepçe de yaşanan vahşeti hiçbir söz hiçbir kalem tam olarak anlatamaz.
Adına vahşet, adına soykırım demek, adına katliam demek Halepçe`yi anlamak için yeterli değildir.
Halepçe Katliamı dünyanın en büyük insanlık trajedilerinden biridir.
Torununu kucağında korumaya çalışan yaşlı dedenin görüntüsü ile Şivan Perwer’in “Halepçe” ağıdı yaşananları sembolize etmeye çalışıyor.
Kullanılan kimyasal gazlar günümüze kadar takriben 50 bin kişinin ölümüne on binlerce insanın da sakat kalmasına sebep oldu. Halepçe'deki özürlü doğum oranı Hiroşima ve Nagasaki'dekinin dört katıdır. Bu nedenle Halepçe “Orta Doğu’nun Hiroşiması” olarak tanımlanır.
12 Mart 1986’da başlayıp, 7 Haziran 1989’da sona eren Enfal Soykırımı sürecinde 182 bin Kürt katledildi, 4500 köy ve 30 ilçe yerle bir edildi, camiler, kiliseler, ibadethaneler yıkıldı. Türkiye sınırına yığılan yüz binlerce insan günlerce bekletildikten sonra Özal’ın ağırlığını koyması ile içeri alındılar. Onlar da ağır kamp şartlarından dolayı “nasıl olsa burada da ölüyoruz orada da öleceğiz” diyerek zulmün kucağına geri döndüler.
O gün Saddam’ın zulmünü lanetleyen hiçbir alim hiçbir kanaat önderi olmadı.”
Doktor Orhan tam burada parmağını Hocaefendi’ye doğru uzatarak, “O gün zalimi lanetleyen sadece siz oldunuz Hocam!” dedi. “Sadece siz, siz bize sahip çıktınız. Sonra adanmış öğretmenler, iş adamları göndererek okullar açtınız, üniversiteler kurdunuz. Kürt milletine vefanızı gösterdiniz.
Bugün zor olsa da yalnız yürümediğinizi, dahası kendi adınıza yürümediğinizi ve yalnız olmadığınızı bilmeniz için buradayız.
Muhterem Hocaefendi, Peygamberimizin gönlünde Hazreti Ebu Bekir’in yeri neyse Kürt milletinin gönlünde sizin yeriniz öyledir. Bu böyle biline.”
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.