Ramazandan sonra dün de son teşrik tekbirleri ile Kurban Bayramı çekip gitti.
Arka arkaya geçen trenlerden sonra sessizliğe bürünen kasaba istasyonları gibi günler derin bir sessizliğe büründü.
Biz ayrılıklara yazgılı toprakların çocuklarıyız.
Türkülerimiz ayrılık kokar, hüzün kokar bizim.
Yakın tarihte en çok da Çanakkale’ye, Yemen’e giden yiğitlerle yaşadık ayrılıkları.
En çok da oralarda kurban verdik.
Son kez baktılar doğdukları topraklara, son kez kokladılar yavrularını, son kez öptüler yaşlı anne babalarının ellerini.
Kimi sevdiğinin siyah beyaz fotoğrafını, kimi oyalı mendilini koynuna saklayarak yürüyüp gittiler.
Ne akan göz yaşları ne türküler ne okunan dualar geri getirmedi onları.
En çok da Yemen çölleri ayırdı sevdikleri birbirinden.
Mehmet Niyazi Özdemir Ah Yemen kitabına, “Yemen çölü; nasıl bir ölü uykusundaki bunca şehidin kanı seni yeşertemedi. Anaların gelinlerin ve nice yetimlerin ıssız yerlerde döktükleri gözyaşları yağmur olup üzerine yağsaydı, bağrından ormanlar fışkırırdı. Hala derin bir sükût içindesin, bir dile gelsen neler anlatırsın neler…” sözleri ile başlar.
Kitabın en yakıcı yanlarından biri Adil ile Hüseyin hazin hikayesidir...
Her ikisi de yirmili yaşlarda olan Kadınhanı’lı Adil Yemen’e, ağabeyi Hüseyin Sina Cephesine gider.
Ne acıdır ki, Yemen'in ölüm kusan çöllerindeki onca kahramanlığa, onca fedakarlığa rağmen, İstanbul Hükümeti'nin imzalamak zorunda kaldığı Mondros Mütarekesi’yle, bütün kıt'alarda olduğu gibi Yemen'deki birliklerimiz de silahları ile İtilaf Devletleri'ne teslim edilir.
Böylece Yavuz'un Osmanlı topraklarına kattığı Yemen, 401 yıl sonra elimizden çıkar.
Hasta ve yaralılar da dahil olmak üzere geride kalan bütün gazilerimiz Mısır’daki esir kamplarına götürülür.
Onlardan birisi de Kadınhanı’lı Adil'dir.
Kampta kolunu, bacağını kaybetmiş esir gaziler olmakla birlikte en çok kör olmuş gaziler vardır.
Onların gelip geçen seslere kulak kabartışlarına, yemekhaneye veya tuvalete gidecekleri zaman kırkayaklar gibi birbirlerinin omzuna tutunarak sıra sıra yürüyüşlerine can dayanmaz.
Bir gün, Adil, öğle namazı için mescide doğru giderken, kör bir adam;
“Konyalı var mı, Konyalı?” der.
Adil bakar üstü başı pis partal kör bir adam. Yanından geçip gider.
Sonraki gün aynı yerde aynı adam, aynı soru;
“Konyalı var mı, Konyalı?”
“Ben Konyalıyım.” der Adil.
Dikkat kesilen körün kaşları gerilir.
“Neredensin?”
“Kadınhanı.”
Körün yüzü alabora olur, ağzından bir hayret çığlığı çıkar.
“Adil misin, Adil misin?”
“Sen… Hüseyin Ağabey… Sen misin?”
Ağlaşarak birbirlerine sarılırlar.
“Ne oldu gözlerine?”
“İngilizler Sina Çölü’nde hardal gazı kullandılar. Bütün taburun gözleri kör oldu. Senin de değneğin var!”
“Top mermisi sağ ayağımı alıp götürdü.”
Uzun esaret günlerinde, üçte ikisi işkenceden, açlıktan, hastalıktan telef olsa da sağ kalabilenler esir değişimiyle serbest bırakılır.
Adil ve Hüseyin ülkelerine dönerler. İzmir Basmane’den bindikleri tren onları Kadınhanı istasyonunda bırakarak yoluna devam eder.
Trenden indiklerinde ellerinde hiçbir eşyaları yoktur. Kasabanın sokaklarını geçerken hiç kimse tanımaz onları. Herkes bir acıma hissiyle seyreder sadece.
Evlerinin önüne geldiklerinde Adil, samanlığın merdivenlerine oturmakta olan anasını görür.
Siyah başörtüsünün sarmaladığı yüzünün çizgileri derinleşmiş, yanakları çökmüştür.
Anası, başını çevirince, gördüğü şey, pis partallar içinde biri kör, diğeri değneğinin yardımıyla ancak yürüyebilen topal iki adamın, kendine doğru geldiğidir.
“Ev sahibi burada değil.” der.
Kıtlık yılları olduğundan köyler, kasabalar dilenci doludur.
Hüseyin, anasının sesini tanır.
Analarının sesini hiç duymamış gibi yürürler.
“Ne arsız adamlarsınız! Ev sahibi yok, diyorum başka kapıya gidin.” diyerek anaları, başını eğirdiği ipe indirir.
Hüseyin kendini tutamaz, kör gözlerinden iri yaşalar fırlarken, sesi, kasabanın sessizliğinde bir feryat gibi yankılanır;
“Ana biz dilenci değiliz. Senin oğullarınız…!”
1990’lı yıllarda Önden Giden Atlılar dünyaya dağılırken Faruk Yanık ve arkadaşları da kiminin kefensiz yattığı, kiminin kol ve bacağını bıraktığı Yemen çöllerine giderler.
O çöllerde kefensiz yatan milyonlarca şehidimize;
“Biz geldik.” derler. “Sizi unutmadık. Bir nesil sizin hikâyelerinizle, sizin türkülerinizle büyüdü.
Yıllarca, Anadolu'nun her evinin bacasından duman duman yürek dolusu acılar, her yöreden ağıt ağıt Yemen türküleri yükseldi. Hala da yükseliyor.
‘Mızıka çalındı düğün mü sandın?
Al bayrağı gelin mi sandın?
Yemen'e gideni gelir mi sandın?’
Siz gelmediğiniz ama biz geldik.
Siz bütün heveslerinizi, arzularınızı kendinizle birlikte bu çöllere gömdünüz.
Bu çöllerde yalnız olmadığınızı göstermek için geldik.”
Bir müddet sonra Faruk Yanık bir başka elemli bölge olan Hicaz bölgesine gidince bayrağı Mehmet Yılmaz ve eşi Güzin Hanım devralır.
Eskiden solcuların Küçük Moskova dedikleri Urla ilçesnden.
Babası, “Kızım bu topraklarda kefensiz yatanlar sizin örtünüz için öldüler. Sütçü İmam iki bacımız yaşmağı başından alındı diye Maraş’ı kana buladı. ‘Allah Kerim, açma başını.’’ demiş.
Mehmet Bey’le evlenerek Yemen’e gitmişler.
Yağmurlu bir yaz akşamında, Yemen çöllerinin sıcağından kuzeyin soğuk ülkesine gelmiş olan bu güzel insanlara misafir olduğumuzda Mehmet Bey;
“O günlerde herkesin içinde bir yurt dışı sevdası vardı.” diye başladı Yemen günlerini anlatmaya;
Bize ‘Yemen’e gider misiniz?’ dediler.
Eşim ‘Bu tarihi fırsatı kaçırmayalım.’ dedi.
Zaten Yemen türküleri ile büyümüş bir nesildik.
Yemen’e bizden önce giden Faruk Yanık ve arkadaşları başkent Sana’da iki katlı bir villada okul açmışlar. O iki katlı villa Yemen’deki Hizmet Hareketi’nin önsözü olmuş. Daha Sonra Aden ve Taiz’de de okullar açılmış.
Konyalı fedakâr iş adamları Yemen hizmetinin önsözü gibi olan Sana’daki o iki katlı okulu bir kitap haline getirdiler.
Ecdadımızın ruhuna yaraşır görkemde bir okul inşa ettiler.
Konyalılar hiçbir masraftan kaçınmadılar.
Okulun açılışına Türkiye’den bir uçak dolusu misafir geldi. İçlerinde Sümeyye Erdoğan da vardı.
Açılışını, ‘Osmanlı’dan sonra en büyük yatırım olan bu okulun açılışını illaki ben yapacağım.’ diyen dönemin dışişleri bakanı, Ahmet Davutoğlu, Yemen başbakanı ile yaptı.
Törende sınırları zorlayan bir konuşma yaptı;
‘Buradaki fedakâr öğretmenlerin alın terleri bu topraklarda dökülen ecdadımızın şehit kanlarına denktir…’
2015 yılında başlayan iç savaşla birlikte Yemen’de zor günler başladı.
Savaş bizim için travma idi. Yakınlarda çatışmalar oluyordu. Her akşam yakınımızdaki misafirhaneye gidiyor orada kalıyorduk. Oğullarımız biraz büyüktü ama kızlarımız Esra ve Mina henüz çok küçüklerdi. Bomba seslerinden çok korkuyorlardı.
Bir gün servis arabası ile okuldan dönerlerken çatışmanın arasında kalmışlar. O günden sonra daha çok korkmaya başladılar.
Bir gün, biz misafirhanede iken bir belletmen aradı.
‘Hocam, okula bomba düştü.’
İnanmadım.
‘Okula bomba düşse siz beni nasıl arayacaksınız?’ dedim.
Bombalar on beş, yirmi kilometre uzağa bile düştüğünde bulunduğumuz yerde camlar patlıyor, kapılar sökülüyor, millet sağa sola kaçışmaya, sirenler çalmaya başlıyordu.
O kadar tahrip gücü yüksekti bombaların.
Okula gittik. Bomba okulun taraçasından yarısı girmiş yarısı dışarıda duruyor, patlamamış. Askeriyeden birileri geldi ve bombayı alıp götürdü.
Bir gün dışişleri bakanlığında çalışan bir velimiz, ‘Niye hala duruyorsunuz burada?’ dedi.
‘Elektrik yok, su yok, gıda sıkıntısı had safhada, bombalar düşüyor…’
‘Bu zor günlerinizde biz sizi bırakıp gidemeyiz.’ dedik.
Gözleri doldu.
‘Sizi kıymetli kılan da bu vefanız.’ dedi.
Savaşın çıkarmaya muktedir olmadığı bizleri, ‘Buradaki öğretmenlerin terleri burada yatan şehitlerin kanlarına denktir.’ diyen kifayetsiz muktedirler çıkarmayı başardı.”
Mustafa Bey ve Güzin Hanım çocuklarıyla güvenli bir ülkeye gelmiş olsalar da yürekleri hala Yemen için atıyordu.
Konu Yemen olunca Yemen’in ilk muhaciri Faruk Yanık Bey’i aradım.
Mehmet Niyazi Özdemir’in bir Yemen ziyareti vardı, dedim.
Yine, yüzünde hiç eksik olmayan o hüzünlü tebessümü ile;
“Evet.” dedi. “2003 sonbaharında bazı şeyleri yerinde gözlemlemek için gelmişti.
İlk günlerde bir sohbet sırasında, ‘Gelecekten ümitli misiniz?’ dedim.
Başını umutsuzca geriye doğru kaldırarak,
‘Hayır.’ dedi.
Üç gün boyunca Sana, Aden ve Taiz’deki okulları gezdik.
Her ne kadar yazdığı romanında ‘Yemen çölü; nasıl bir ölü uykusundasın ki bunca şehidin kanı seni yeşertemedi.’ dese de ıssız çöllerde kefensiz yatan milyonlarca şehidin kanları ile sulanmış toprakların çağrısına uyarak Anadolu’dan koşan fedakâr öğretmenleri, okulları ve cıvıl cıvıl öğrencileri görünce düşünceleri değişti.
‘Sizler benim hayatıma yeni bir sayfa açtınız. Beni umutlandırdınız.’ dedi. ‘Buradan bambaşka bir ruhla dönüyorum.’
“Yemen çöllerindeki fedakâr öğretmenlere veda ederken göz kapaklarımın altına sıcak bir ıslaklık yayıldı. ‘Batının Terasa’sı, Schweizer’i varsa, dedim, bizim de Faruk Yanıklarımız, Yılmaz Aklarımız, Nuri Soner Gürseslerimiz, Şirzade Hanımefendilerimiz var. Ömürlerinin baharında iken ömürlerini ecdadımıza, geleceğimize feda eden gençlerimiz var. Mustarip Mehmet Akif’in ‘Asımın Nesli’ dediği nesil budur.”
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.