Aranızda Allah Rasulü Var

Harun Tokak

Harun Tokak

28 Tem 2024 12:22


  • O, ilklerden.
    Atını Hazarın serin sularına süren süvarilerden.
    Necip Fazıl’ın enfes ifadesiyle, “Kim var diye seslenilince, sağına, soluna bakmadan; ben varım” diyen yiğitlerden.
     Hatta ‘’Kim var? demeden, “Ben varım.” diyen, tarihin ender gördüğü simalardan.
    Mehlika Sultan’a âşık gençler gibi, bütün ailesini yanına alarak Kaf Dağlarına ilk koşanlardan.
    Kaşları soyadına uygun. İlk hilal gibi. Gözlerinde bahar çağlıyor.
     Adı gibi halim selim...
    Ne sesinin tınısında ne de simasında yapıp ettiklerinin hiçbir yansıması yok.
    Bir bahar akşamında, o güzel günleri birlikte yaşadıkları dostlarının da olduğu mütevazı bir mecliste ona soruyorum:
     “Siz Güzel sanatlar mezunusunuz. İstanbul’un en güzel semtlerinden biri olan Erenköy’de güzel bir eviniz, mutlu bir hayatınız, fabrikanız vardı, iyi para kazanıyordunuz. Orta Asya ülkelerinin korkunç bir kaos içinde bulunduğu, fırtınaların sert estiği, yolların henüz kar-buz olduğu o günlerde yüreğinize hicret ateşini düşüren neydi? ”
    “Demirperde duvarının çatırtılarının bütün dünyadan duyulmaya başladığı günlerdeydi,” diye başlıyor tatlı tatlı anlatmaya;
     “Fethullah Gülen Hocaefendi, durum tesbiti için bir gurup insanı orta Asya’ya gönderdi. Onların arasında ben de vardım. O gezi beni çok etkiledi, perişan etti.
     O ilk geziden sonra Rabbim, "Oralara git," dedi sanki.
     Kilitli camiler, suskun minareler, o insanların halleri, iştiyakları, bize sarılışları beni çok duygulandırdı. Gezi boyunca çok ağladım. Yüreğimi parçaladı o insanlar.”
    Öyle tatlı konuşuyordu ki, sanki kış gününde bir köy odasında sobanın alev musikisi eşliğinde sımsıcak bir sohbet dinliyorduk.
    Konuşmasını bölmek istemiyorum ama onu bu yüceliğe ulaştıran motivasyonu merak ediyorum.
    Medine’nin ilk muhaciri Hazreti Mus’ab’ın motivasyonunu nereden aldığı belliydi.
     Bu soylu insan bu heycanı nereden almıştı?
    Başkalarının ne yaptığına, nasıl davrandığına bakmaksızın, fırsat bu fırsattır, gün bugündür diyerek ilklerden olmayı nasıl başarmıştı?
    Tüm kınamalara ve korkulara rağmen ilk adımı hangi motivasyonla atmıştı?
    Arada kalarak, arka sıralarda durarak, dostlar pazarda görsünlerle  dava adamı olunmayacağını biliyor muydu?
    Beynimin kıvrımlarında koşan sorulara cevap bulmak için,“Sizi biraz daha yakından tanıyabilir miyiz?” diyorum.
    Başlıyor tatlı tatlı bilcümle hikayesini anlatmaya:
    “Adım Hilmi… Hilmi Öney. Haydarpaşa Lisesi mezunuyum. Güzel Sanatlar’ı bitirdim. Almanya’da stajda iken babam vefat etti.
    Almanya dönüşü dedemin yanında işe başladım.
    Bir müddet sonra dedem beni yanından ayırdı. Sanırım kendi ayaklarım üzerinde durmamı istiyordu.
     Bir arkadaşla kumaş işi yapmaya başladık. Fransa’dan makineler getirdik. Çok güzel işimiz vardı.
    Sonra o arkadaşla da ayrıldık. İkimizde ayrı ayrı fabrikalar kurduk.
    Fabrikamda 200’den fazla işçi çalışıyordu.
    Hem kumaş hem de Medine’deki bir toptancı için seccade dokuyordum.
     Bir gün yazıhanede otururken Medine’deki o toptancı geldi.
    Sohbet sırasında, “Hilmi Bey! Siz namaz kılıyor musunuz? Dedi.
    “Cumadan cumaya” dedim.
    “Hilmi Bey biliyor musun? Size namaz ne kadar yakışıyor,” dedi.
    Çok utandım.
     O gün namaza başladım
     İlk seccadeleri gönderince biz de Medine’ye gittik.
    Arkadaş bizi Mekke’ye götürdü.
     Şehirlerin anası uzaktan göründü.
    Yıllar yılı içimde yanan hasretler harlandı. Çöle aşk yağıyordu. İlk ışık bu dağlardan doğmuş, bu kızgın çöllerden fışkırmıştı.
    Geçmişte üzerinde tarifsiz acıların yaşandığı dağlara değişik duygularla baktım. Göklere uzanan muhteşem saltanatlarına rağmen, vakur yüzlerinde Sevgili’nin (s.a.v) gitmesine engel olamamanın mahcubiyeti vardı.
    İlk muhacirler evlerini, yurtlarını bırakarak buralardan Yesrib’in yolunu tutmuşlardı.
    Kâbe’ye yaklaşınca beni bir ağlama tuttu.
    Hüngür hüngür ağlıyordum.
    Türkiye’ye döndüğümde artık ben başka biriydim.
    Bunu kardeşim de fark etmiş olmalı ki bir gün bana Fethullah Gülen Hocaefendi’nin vaaz kasetlerini getirdi.
     Kardeşim ve arkadaşları peşimi bırakmadılar.
    Bir gün “Sizi bir yere götüreceğiz” dediler.
     Hocaefendi olduğunu tahmin ettim.
    O gece kirpiklerim hiç kapanmadı.
    1982’nin pırıl pırıl bir Pazar sabahı…
     Fatih Koleji’ne gittik.
     Hocaefendi salona girdi. Kırklı yaşlarındaydı ama çok heybetliydi.
    Ayağa kalkanlar oldu. Eliyle “Oturun” diye işaret etti.
     Bana da “Hoş geldiniz” dedi.
    Biz ayrıldıktan sonra, “Hilmi Bey de mütevelliye gelsin” demiş.
     Ben mütevelli nedir bilmiyordum.
     Mütevelli toplantılarını Hocafendi kendi yapıyordu.
    Önce bir ders, sonra gündemdeki konular konuşuluyordu:
     Arsa , inşaat, evler, yurtlar, okullar v.s…
    Ben, 1991 yılında Azerbaycan’a gidinceye kadar İstanbul’da tek mütevelli vardı ve toplam 37 kişiydik.
    Bir sabah kahvaltısında Ali Kervancı ağabeyin Çamlıca'daki evindeydik.
    Kapalı mabetleri, suskun minareleriyle beni perişan eden Orta Asya gezisinden yeni dönmüştük.
    Hocaefendi’ye “Ben Azerbaycan’a gitmek istiyorum” dedim.
     Sustu.
     Bir şey demedi.
    Büyük bir iş adamı için bunun hiç de kolay olmayacağını düşündü belki de. Ama anladığım kadarıyla hicretime de mâni de olmak istemiyordu.”
     Arkadaşlara sordum.
    “Sükût ikrardır” dediler.
    Fabrikamı kapattım. Çalışanların tazminatlarını ödedim. Neyim var, neyim yok hepsini sattım.
    Geri dönerim korkusuyla Tarık İbni Ziyad gibi bütün gemileri yaktım.
    Bir minibüs kiraladım.
    1991’in bir mayıs sabahı eşim Selma Hanımı ve çocuklarımı alarak düştük yollara.
    Oğlum Ahmet daha kundaktaydı.  
    Demirperde’nin çatırtıları bütün dünyadan duyuluyordu.

    Sonunun nereye varacağı belli olmayan bir yolculuktu bu.

    Yollar çok kötüydü. Sanki 1940’lı yılların Anadolu köyleri.
    Yıllardır solcu gençlerin hayal dünyası olan Sovyet Rusya’nın yolları böyle mi olmalıydı?
    Kontroller, sorular, sonu gelemeyen beklemeler cabası.
    Güvenlikse sıfırdı, her an her şey olabilirdi.
    Batum’a vardığımızda hafiften bir yağmur başladı. Bunu göklerin sevinç göz yaşları olarak düşündüm.
    Minibüsün sahibi, “Anladığım kadarıyla sen ülkenden kaçıyorsun,” dedi, “Cennet gibi bir ülkeyi bırakıp nereye gidiyorsun anlamıyorum. Ben daha fazla gidemeyeceğim, buraya kadar yaktığım benzin helal hoş olsun, ben geri dönüyorum.”
    Gökten düşmüş kimsesiz insanlar gibi kalakaldık. Yağmur sağanağa döndü. Sırılsıklam olduk.
    Batum Camisi’ne sığındık.
    Oradakiler bize yeni bir araç bulmamıza yardımcı oldular.
    Neyse, çok zorlu bir yolculuktan sonra bir Hazar akşamında Bakü’ye vardık.
    Bir önceki gezi sırasında tanıştığımız bir Azeri’nin bizim için kiraladığı evin orasından, burasından otlar fışkırıyordu.
    Sanki yıllardır traş olmamış bakımsız bir adam gibiydi.
     Bir müddet eşyasız yaşadık.
    Zamanla evin eksiklerini tamamladık. Tamiratlar yaptık.
    Hocaefendi’ye bir oda bile hazırladık.
     Orta Asya’nın ilk aile evi, bir mektep bir otel gibi işliyordu.
     Gelen misafirler orada ağırlanıyor, sohbetler orada oluyor, toplantılar orada yapılıyordu.
     
    Azeri kardeşlerimiz bize sahip çıktılar.
    Hangi kapıyı çalsak bizi geri çevirmediler.
    Bana “Prof. Hilmi Bey” diye hitap ediyorlardı.
    Hocaefendi “Hilmi bey istediğin kadar öğrenci gönderebilirsin.” demişti.
     1991’in son günlerinde Türkiye’ye 253 öğrenci gönderdim.
    Maarife “Biz de buraya öğrenci getirebilir miyiz?”dedim.
    “ Olur” dediler.
    Pırıl pırıl bir Hazar sabahıydı…
    ” Türkiye’den öğrenciler gelmiş, Göy Mescid’in önünde sizi bekliyorlar,” dediler.
    Gittim.
    İstanbul plakalı koca bir otobüs.
     Otuz altı öğrenci, sekiz öğretmen.
    Öğrencilerin hepsi 18-19 yaşlarında.  
    Hatta biri, yaşı küçük olduğu için Erzurum’da pasaport almaya gidince, amir, “Oğlum senin yaşın küçük, git anneni al gel,” demiş.
    Hacı Kemal Ağabey, “Bakü’de Hilmi Öney var, o sizi karşılayacak.” demiş.
     Hocaefendi, “Bu çocukları gönderiyoruz ama Sibirya’ya mı sürecekler, Karakum Çölü’ne mi sürecekler bilemiyoruz, ortalık çok karışık,” demiş; “Bu çocukların üçer aylık burslarını peşin verelim, bir daha ya göndeririz ya gönderemeyiz.”
    Öğrenciler otuzar dolardan üç aylık burslarını peşin alarak almışlar.
    Otobüsün yarısı tavana kadar eşya doluydu.
    Yağ, un, şeker, tuvalet kağıdı, peçete, vs.
    Sovyet döneminde Komünist partisine öğrenci yetiştiren bir okula yerleştirdik öğrencileri.
     108 nolu odayı mescit yaptık.
     O günlerde Azerbaycan- Ermenistan savaşı bütün dehşetiyle devam ediyordu. Her gün cepheden yaralılar, şehitler geliyordu.
    Öğrencilerin anne babalarının yüreği ağzındaydı.
    Öğrencileri reyonlara göndendik, oralarda evler açıldı. Gence’de, Şeki’de, Sumgayt’ta, Bakü’de toprağa düşen ilk tohum oldular.
    Her dokunduğumuz kapıyı Rabbimiz açtı.
    Sonrasını biliyorsunuz; okullar, üniversiteler birbirini takib etti.
    Zafer Bey gelince sistem oturdu.
    Azerbaycan’da çok güzel günlerimiz geçti.
    Hele bir gün var ki onu unutmak mümkün değil.
     O gün hicret diyarlarında yalnız olmadığımızı anladık.
    Kırk dört kişilik ilk öğrencilerin gelişinden altı ay kadar sonraydı.
    1992’nin bir bahar günü Salih Öz Bey geldi.
     Hocaefendi, “Bu çocukları anne babaları bize emanet etti. Git bakalım, ne yapıyor, ne yiyor, ne içiyorlar.” demiş.
    Öğrenciler mescit olarak tefriş edilen 108 nolu odada toplandılar.
     Bütün gözler Salih Bey’e çevrildi.
     Salih Bey susuyor, derin kuyular gibi susuyordu.
    Önce aydınlık yüzü bulutlandı. Sonra yağmur gibi yaşlar yanaklarından ceketine doğru süzüldü. Hıçkırıklar boğazında düğümlendi.
     Onun ağladığını gören herkes ağlamaya durdu. Ben sandım ki ülkelerinden uzak öğrencilerin gariplikleri yüreğine dokundu.
    Lakin hava birdenbire değişti. Ağır bir gül kokusu dokundu yüreklere.
     Salih Bey, mendiliyle gözyaşlarını silerken hıçkırıklar arasında kesik kesik konuştu;
    “Aranızda Allah Resulü var. Onun olduğu yerde ben nasıl konuşurum?”


    28 Tem 2024 12:22
    YAZARIN SON YAZILARI