ANNA

Harun Tokak

Harun Tokak

06 Eki 2024 11:09

  • Soğuk bir sonbahar akşamında sular yavaş yavaş kararıyor. Kuzey ülkelerinde gün batıyor.
    Uzaklarda özgürce öten kuşlar bir günün daha tamamlandığını haber veriyor.
    Hazan bestesini seslendiren sonbahar senfonisi bizi Betül ve Enes çiftinin evlerine taşıyor.
    Bizi Enes Bey karşılıyor.
    Enes Bey orta boylu, esmer güzeli bir genç. Üzerinde kısa kollu mavi bir tişört var.
    Biraz sonra, otuzlu yaşlarındaki Betül Hanım da üzerinde uzun ve geniş bir elbise ile geliyor.
     Anadolu kadınlarına has bir eda ile, “Hoş geldiniz.” diyor.
    Betül Hanım’la Enes Bey Mavi Gökler Ülkesi Moğolistan’da tanışmışlar.
    Mutlu bir aile oldukları her hallerinden belli oluyor. Sadece misafirlerine değil birbirlerine karşı son derece saygılı ve zarif davranıyorlar. İçlerinde bitmek tükenmek bilmeyen bir hizmet ve hayırseverlik duygusu var.
    Betül Hanım, eşi Enes Bey gibi İngilizce öğretmeni.
    İmam-Hatip Lisesini bitirince Moğolistan’a gitmiş.
    Moğolistan’da hem üniversite okumuş hem de oradaki Türk okulunda belletmenlik yapmış.
    Moğolistan’da iken kardeşi Cafer Tayyar, Türkiye’de elim bir trafik kazası geçirmiş.
    “2014 Nisanıydı.” diyor, ‘’Kardeşim daha 18 yaşındaydı.  Okuldan dönerken refüjde beklediği sırada hızla gelen bir aracın çarpmasıyla ağır yaralanarak bitkisel hayata girdi.
    Çok zor günlerdi.
    Süreç başladığı için Türkiye’ye gidemiyordum.
    Çok acı çekiyordum.
    Annem, ‘’Burada bekleyen bir Cafer,orada yirmi Cafer var; gelme kızım, gelirsen bir daha dönmezsin.” diyordu.
    Saranzaya adlı öğrencim bir gün bana, “Abla, benim başıma böyle bir şey gelse dayanamam, canıma kıyardım. Siz nasıl başa çıkıyorsunuz?” dedi.
     O acıyla, dilim döndüğünce ölümden sonraki hayatı, cenneti, cehennemi anlattım. Ve burada ayrıldıklarımızla bir gün orada illaki kavuşacağız, dedim.
    Budist bir çocuk için bunları anlamak zor olsa da, “Böyle bir inanca sahip olduğun için mutlu olman gerekir.” dedi.
    Bu acı olay, istediğim samimiyeti bir türlü kuramadığım öğrencilerimle yakınlaştırdı beni.
    Kardeşim Cafer Tayyar için, benim ve arkadaşlarımızın dillerinden sürekli dualar dökülüyordu.
    Öğrencilerimiz sorduğunda da, ‘Kelime ezberliyoruz,’ diyorduk. Ama o kadar çok sordular ki bir gün anlatma zorunda kaldım.
    “Kardeşim Cafer için dua ediyoruz, Allah’ın isimlerini anıyoruz.” dedim.
     “O zaman bizde analım daha çabuk iyileşir belki!” dediler.
      Bir dahaki görüşmemizde defterlerine, yataklarının kenarına, sıralarına çentik attıklarını gördüm. Budist çocuklar, Allah’ı zikredip bir de oraya buraya unutmayalım diye çentik atmışlardı.
    Tüylerim diken diken oldu.
    O masumların duası, kardeşimi 5 yıl daha yaşattı.
    Altjin diye bir öğrencim vardı. Pırıl pırıl bir kızdı. Etütte yanımdan ayrılmaz, teneffüste yurtta hep beraber olurduk. Beni gölge gibi takip ederdi.
    Bir gün, yurda döndüğünde sarhoştu. Hayatımda ilk defa bu kadar yakından bir sarhoş görüyordum.
     Yurt müdürüne göstermeden yukarı çıkardım, elini yüzünü yıkadım, istifra etti, temizledim, odama götürdüm yatağıma yatırdım. Çok mahcup oldu.
     Türk kahvesi yaptım.
    “Bu ne?” dedi.
    “Türk kahvesi, seni iyi edecek.”
    İçti, teşekkür etti, ağlamaya başladı. ‘’Abla biliyor musun seni çok seviyorum.” dedi. “Annem bile görse bu hâlimi bana çok kızardı;siz kızmadınız, müdüre bile söylemediniz.’’ Bende onu çok sevdiğimi söyledim. Arkadaşlarının teşvikiyle bu hâle geldiğini söyledi. Çok üzgündü, uzatmadım, tekrar uyuttum. Ama o günden sonra daha da bağlandık birbirimize. Şimdi Kore’de yaşıyor. Arada bir hatırlatır bu anımızı.
    Bunlar unutulmaz anılardı.
    Enes Bey’le Moğolistan’da nişanlandık.
    Kırgızistan’a tayinimiz çıktı.
    Orada evlendik.
    Basra’da İngilizce Öğretmenine ihtiyaç var dediler.
    2018 ‘de Basra’ya gittik.
    Dört yıl çalıştık Basra’da. Basra çok güzel bir şehir. Tarihte pek çok acı olaylara sahne olmuş o topraklar. Başta Peygamberimizin, ‘Her peygamberin bir havarisi vardır. Zübeyr de benim havarimdir.’ dediği Zübeyr bin Avvâm ve Talha bin Ubeydullah olmak üzere pek çok Sahabelerin türbeleri orada.
    Hasan Basrî, Rabiatü’l Adeviyye gibi büyük evliyalar orada yaşamışlar.
    2022’ de Pasaportumuz bitmek üzereyken Basra’dan ayrıldık.
     İngiltere ve ABD vizesine müracaat ettik; olmadı.
     Kolombiya’ya gittik. Bir hafta sonra Amsterdam üzerinden Türkiye’ye bilet aldık.
    Bizi uçağa almadılar.
     “İltica edeceksiniz.” dediler.
    Biz de Makedonya’ya uçtuk.  Dağları, tepeleri, ormanları aşarak Yunanistan’a geçtik. Zor bir yolculuktu.
    Enes Bey de hastaydı.
    Yunanistan’dan da Kuzeyin bu soğuk ülkesine geldik.
    Dil kursundaki öğretmenlerimiz bizi çok seviyordu.
    Özellikle Anna ile anne kız gibiydik. Kısa sürede baya bir çevremiz oldu. Soğuk ülkenin sıcak insanları bizi sarıp sarmaladı. Günlerimiz çok iyi geçiyordu.
     O günlerde hiç beklemediğimiz bir şey oldu.
    Önce göçmen bürosu sonra da yüksek mahkeme deport verdi bize. Hamileydim ve çok üzüldüm. Başka gidecek bir yerimiz de yoktu. Yurtsuzluk çok kötü bir duygu. Türkiye’ye gidemezdik.
    Günler, geceler, rüyalar benim için bir kâbusa döndü. Ama yine de ben o kâbuslardan uyanmak istemiyordum zira uyandığımda yaşadığım kâbus rüya değil, gerçekti.
    Anna bizim de port edileceğimiz öğrendi.
    Çok üzüldü.
    “Göçmen bürosuna gitmeyin. Biz sizi saklarız.’’ Dedi.
    Aynı okulda öğretmen olan William ile konuştu. Onunla da zaten çok iyi ilişkilerimiz vardı.
    Bir akşam geldiler. Fazla eşyaları biri kendi evinin deposuna götürdü.  Kendi ihtiyacımız olan eşyaları alarak William’ın villasına taşındık.
     Gurbette gaybubet yaşamaya başladık.
    William 49 yaşında, iyi yürekli bir insandı.
     Bize bir oda tahsis etti. Bir müddet sonra, “Bu oda dar, siz benim odaya geçin.” dedi. Kendisi alt kata indi.
    William eşinden ayrıydı.
    Çocuklar bir hafta annesinde bir hafta babasının yanında kalıyordu.
    William ve çocuklarıyla geceler boyunca sohbetler ediyorduk.
     William,“Ben hiçbir şeye inanmıyorum ama bu kadar nizamın da bir yaratıcısı olmalı.”diyordu.  
    Anna, Ulla, Juliette başta olmak üzere İsveçli diğer dostlarımız da bizimle candan ilgilendiler.
    “Korkmayın, her şey güzel olacak, biz sizi vermeyiz.” dediler.
    Maddî ihtiyaçlarımızı karşıladılar. Bize aylık otobüs bileti aldılar.
     Oturumu hemen alsaydık bu güzel insanlarla bu bağımız olmayacaktı.
    Bu arada Türkiye’den yeni belgeler geldi.
     Avukat onları göçmen bürosuna verdi.
    Görevli o belgeleri hiç okumadan yine ret verdi.
    Mahkemeye müracaat ettik. Mahkeme, bu defa göçmen bürosunu haksız buldu.
    William’ın evinden ayrıldık. Ayrılırken William ağladı.
    Kızım Belisa Vera doğduktan birkaç gün sonraydı.
    William bizi de çağırdı. Bir çam fidanı almış.
    Minik bir törenle diktik onu.
     “Bu Belisa Vera” dedi. Benim bahçemde büyüyecek.”
    Soğuk bir sonbahar gecesi bir hayli ilerliyor. Betül Hanım’ı dinledikçe içimdeki buzlar çözülüyor
    “İşte bu.’’ diyorum.
    Bu topraklara gelişimizin sırlı kapıları bir bir aralanıyor.
    Her birimizin böyle beş-on yerli dostu olsa, onlarla komşuluk ilişkileri geliştirsek ne kadar güzel olur diyorum
     Ruhumdaki alacakaranlık dağılıyor.
    Sanki pırıl pırıl bir sabaha uyanıyorum.
    Betül Hanım, Anna, Ulla ve Juliette’nin fotoğraflarını gösteriyor bize. Anna 45 yaşlarında görünüyor. Ulla yirmi beşinde.
    “Bunlar bizim kahramanlarımız’ diyor.”
    Betül Hanım, son hamleyi yapan bir finalist gibi, “Anna ile annemin de aralarında bir bağ oluştu.” diyor.
    Annem, mektup bile yazdı Anna’ya;
    “Sevgili Anna!
     Gurbet diyarının annesi, yüce gönüllü Anna Hanımefendi; sizi hiç görmeden, hiç tanımadan, hiç sesinizi duymadan, aynı ortamda olmadan çok sevdim.
     İyiliğiniz sağlığınız için Yaradan’a dualar ediyorum. Sizin sayenizde ırk, din, dil kavramlarının farklı olmasının önemli olmadığını, iyi insan olmanın ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anladım.
    Mutlaka bir bağımız olmalı ki yollarımız kesişti ,diye biraz düşününce asırlar öncesine, tarihin sayfaları arasında bir düşünce yolculuğuna çıktım. 14 asır önce benim Peygamberim ve ümmeti yaşadığı zorluklar karşısında yurtlarından çıkmak zorunda kalmışlardı. Bazı Müslümanlar Habeşistan’a sığınmışlardı. Kral Necaşi, samimi bir Hz. İsa sevdalısıydı. Ve o kral, kendi ülkesine gelen Müslüman sığınmacılara sahip çıkmış ve onları en güvenli şekilde koruyup kollamıştı. Hatta zalimler Habeşistan'a kadar giderek kraldan Müslümanların iadelerini istemişti. Ama o, mazlum Müslümanları vermeyerek tarihe geçmişti. Bizlerin ortak sevdikleri var: İsa Aleyhisselam ve çok kıymetli annesi Meryem Annemiz gibi. Bu değerlerin bizi bağladığını fark ettim.
    Bizim yavrularımızın karşılarına, en çaresiz kaldıkları bir dönemde, sürpriz bir şekilde Yaradan sizleri çıkardı. Yedi yıllık aile hasretini, anne kokusunu, ev özlemini, sarıp sarmalama duygularını yaşattınız onlara.
    Türkiye'de bir eviniz, sizin de burada bir aileniz var artık. Sizi burada ağırlamak, evimde misafir etmek çok isterim.
    Özlemim artıp çaresiz kaldığımda: ‘Sen sahip çık, Yüce Yaradan’ım, senin nice sevdiğin, güzel ahlaklı kulların vardır.’ diye dualar ederdim.
     Dualarıma sizlerle cevap buldum.
    Yüreği özlemle dolu, gözü yaşlı bir anne olarak size ne kadar minnettarım bilemezsiniz.
    Size, çok saygın ailenize, kıymetli iş arkadaşlarınız, Ulla, Juliette, özellikle de William Bey ve ailesine sevgilerimi, saygılarımı sunuyorum.

    Pakize Sultan Selvi
    Sarıp sarmaladığınız çocukların annesi...

    06 Eki 2024 11:09
    YAZARIN SON YAZILARI